banner
Brief Notes

Türki̇ye - Avrupa İli̇şki̇leri̇ ve Avrupa'nın Geleceği̇ "Türki̇ye Avrupa'dır”

Giriş

Türk dış politikası, her daim “zamanın ruhunu” yakalamaya çalışmış, coğrafyanın ve tarihin getirdiği sorumlulukları gururla taşımış, çok yönlü dış politikasıyla hem yakın hem uzak coğrafyalarla güçlü bağlar geliştirebilmiştir. Bir Avrupa ülkesi olan Türkiye bugün Asya’dan Afrika’ya, Kafkaslar’dan Amerika’ya dünyanın dört bir yanında iz bırakan bir ülkedir. Bununla birlikte, 100 yıllık Cumhuriyet tarihinde Türkiye’nin, Avrupa ile ilişkilerinin müstesna bir yeri vardır. Gerek Avrupa ülkeleriyle ikili ilişkileri, gerek Avrupa kurumlarıyla organik bağları, Türkiye’nin Avrupalılığının bir yansıması olduğu kadar, Cumhuriyetimizin Batı yöneliminin de bir neticesidir.

Türkiye’nin Avrupa ile ilişkileri siyasi, ekonomik, ticari, kültürel ve beşeri boyutlarıyla diğer tüm coğrafyalarla ilişkilerinden farklıdır. Bu makalede de ayrıntılı olarak ele alındığı üzere, Avrupa ile aramızdaki kapsamlı ve derin ilişki zaman içinde bir dış politika meselesi olmanın ötesine geçerek, ülkenin gerek siyasi gerek sosyo-ekonomik gelişiminin ve kimliğinin önemli bir parçası olmuştur. Bu nedenle Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve sosyal aktörleri bazen idealist beklentilerle, bazen de realist gerekçelerle, Avrupa’yı hep öncelikli gündeminde tutmuş, Avrupa, Türkiye’nin gerek dış dengelerinde gerek iç tartışmalarında hep var olmuştur.

Türkiye-Avrupa ilişkileri tarihsel süreç içinde üç temel dinamikten etkilenerek şekillenmiştir: Uluslararası sistemdeki değişimler, Avrupa’daki gelişmeler ve Türkiye’nin kendi iç dinamikleri. Türkiye, Avrupalı güçlere karşı kazandığı Kurtuluş Savaşı’nın ardından imzalanan Lozan Antlaşması ile bu devletlerle münasebetlerinde yeni bir sayfa açarak, ilişkilerini barış ve işbirliği temelinde geliştirmiştir. Bu dönemde, Türkiye ile Yunanistan’ın savaşın izlerini işbirliği ve iyi komşuluk ilişkileriyle silme iradesi göstermeleri önemlidir. Türkiye’nin Avrupa devletleriyle ilişkileri 1930’lu yıllarda ivme kazanmış, 1936’da imzalanan Montrö Sözleşmesi ile Türkiye’nin Türk Boğazları üzerindeki egemenliğinin Avrupalı devletler tarafından teyit edilmesi, Lozan Antlaşması ile oluşan olumlu zemini güçlendirmiştir.

Avrupalı ülkelerle ilişkilerini geliştiren Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı sonuçlarının da etkisiyle, İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmaya özen göstermiştir. Avrupalı tarafların Türkiye’ye kendi yanlarında savaşa katılması için baskı yapmalarına rağmen, Ankara ustaca izlediği denge politikasıyla bu baskılara direnerek savaşın sonuna kadar tarafsızlık politikasını sürdürmeyi başarmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türk dış politikası Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarını dengelemek ve Batılı ülkelerle birlikte hareket etmek üzerine kurulmuştur. Bu kapsamda, bir yandan tüm dünyadan ülkelerin yer aldığı Birleşmiş Milletler ile ABD ve Avrupalı devletlerin tesis ettiği NATO gibi güvenlik kuruluşlarının üyesi, diğer yandan Avrupa Konseyi (AK) ve OECD gibi siyasi ve ekonomik işbirliği kurumlarının kurucusu olmuştur. Bu minvalde Türkiye, savaş sonrası dönemde hem Avrupa’nın ve uluslararası sistemin yeniden inşasına, hem tüm Avrupa-Atlantik kurumlarının üyesi olarak, hassas dengeler üzerine kurulu bu kırılgan savaş sonrası döneme kendine özgü katkısını sunmuştur.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle değişen küresel ve bölgesel dinamikler, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerdeki öngörülebilirliği kısmen azaltmış, ancak dünyaya daha geniş bir perspektiften bakmasına zemin hazırlamıştır. İlk etapta Türkiye’nin Avrupa açısından stratejik öneminin azaldığının iddia edildiği Soğuk Savaş sonrası dönemde, beklenenin aksine, Avrupa ile ilişkiler ekonomik ve ticari olarak derinleşmiş, kurumsal olarak da güçlenmiştir. Ülkedeki iç dinamiklerin de etkisiyle, özellikle 2000’li yıllarda Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği (AB) ile ilişkilerinde kaydedilen gelişme, Türkiye’nin özgüvenini artırarak bölgesinde lider ülke olmasını da hızlandırmıştır. Bugün de Türkiye’nin hem dış hem iç politikasında önemli yere sahip olan Avrupa ile ilişkilerin tarihsel arka planına ve bugününe temel kurumsal yapılar olan Avrupa Konseyi, NATO ve AB çerçevesinden daha yakından bakmakta fayda bulunmaktadır. Bu bağlamda, bu bölümde Avrupa Konseyi ve AB’yle ilişkiler irdelenecek olup, konunun NATO ve Avrupa güvenlik mimarisi boyutu ayrı bir bölümde ele alınmaktadır.

I. AVRUPA KONSEYİ

Tarihsel arka plan

Teşkilatın kuruluşu ve yapısı

Bundan 74 yıl önce Avrupa bugünkünden bambaşka bir görünüme sahipti. O dönemde dünya insanlık tarihinin en büyük felaketini yaşamış; İkinci Dünya Savaşı Avrupa’da çok büyük maddi ve manevi tahribat yaratmıştı. 40 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiş; şehirler enkaza dönüşmüştü. Bu felaketten çıkarılan başlıca ders, farklı unsurların karşılıklı güven ve işbirliği temelinde bir araya gelmesiyle oluşturulacak, demokratik ve çoğulcu bir siyasal yapının Avrupa’da hâkim olmasının, böylesi bir insani trajedinin yeniden yaşanmamasının mutlak koşulu olduğuydu.

Avrupa Konseyi işte bu fikirlerden yola çıkılarak kuruldu. Kurucu ülkeler bu amaçlarında samimi ve kararlıydılar. Tam da bu nedenle, Konsey’in kurucu belgesi olan ve 5 Mayıs 1949 tarihinde imzalanan Statüsünün dibacesi şu şekilde kaleme alındı:

“(…) Adalet ve milletlerarası işbirliği üzerine kurulu barışın güçlendirilmesinin insan topluluğunun ve uygarlığın korunması için hayati bir önemi olduğuna inanarak;

(…)

Bu ülkünün korunması, daha fazla gerçekleştirilmesi ve sosyal ve ekonomik ilerlemenin sağlanması için aynı duyguları besleyen Avrupa ülkeleri arasında daha sıkı bir birlik kurulmasının gerekli olduğuna kani olarak;

(…)”

Avrupa bütünleşmesini hedefleyen bu ilerici fikir, Avrupa'yı değerler ve ilkeler temelinde ortak bir demokratik ve hukuki alan gerçekleştirmek suretiyle bir araya getirmeyi öngörüyordu. Demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü, teşkilatın amaçlarına ulaşmak için araçlar olarak belirlendi. Nitekim, hedeflenen demokratik ve çoğulcu siyasal yapının varlığı, ancak bireylerin insan hakları korunarak ve güçlendirilerek güvence altına alınabilirdi. Askeri konular Statü'de özellikle teşkilatın görev alanının dışında bırakıldı. Teşkilatın yeri ise Almanya ile Fransa arasındaki tarihi uzlaşmazlığın sembolü ve kanlı savaşların nedeni olan, Fransa’nın Alsas bölgesindeki Strazburg şehri olarak belirlendi. Konsey barış, istikrar ve demokrasi değerlerini sembolik olarak bu şehirle özdeşleştirmiş oldu.

Konsey'in hedefleri özetle şu şekilde ortaya konuldu:

-İnsan hakları, çoğulcu demokrasi ve hukukun üstünlüğü temel değerlerinin korunması ve yayılması,

-Avrupa kültürel kimliğinin ve çeşitliliğinin korunması ve geliştirilmesi,

-Avrupa’da toplumun karşı karşıya bulunduğu sorunlara çözümler aranması, bu konularda işbirliğine dayalı çalışmalar yürütülmesi ve standart belirleme çalışmaları yapılması,

-Yasama alanında ve anayasal reformlarla, Avrupa'da demokratik istikrarın sağlamlaşmasına yardımcı olunması.

Böylece, din, dil, ırk ve cinsiyet ayrımı yapılmaksızın insan onurunun korunması öncelik haline getirildi. Konsey Statüsü temelinde kurucu organlar ve üyeler arasındaki işbirliği düzenlendi. İki kurucu organ Statü'de yer aldı: Bakanlar Komitesi ve Parlamenter Meclisi. Bir taraftan, Bakanlar Komitesi üye devletlerin Dışişleri Bakanlarından oluşurken, diğer taraftan Parlamenter Meclisi de üye ülke parlamentolarından milletvekillerini bir araya getirdi.

Ortak bir hukuk alanı ideali ise, esas itibarıyla, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) temelinde bir yapılanmayla oluşturuldu. Sözleşme, Konsey’in kuruluşunun üzerinden daha bir buçuk yıl geçmeden 4 Kasım 1950'de Roma'da imzalandı. Teşkilat üyeleri arasında daha sıkı bir birlik için, insan haklarının ve temel özgürlüklerin korunması hedeflendi. Sözleşme sadece Konsey’e üye ülkelere açık olarak tasarlandı. Zira, Sözleşme ile Avrupa Konseyi arasında doğrudan ideolojik ve kurumsal bağlantı oluşturulması amaçlandı.

AİHS, kendisinden önce kabul edilen BM İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni aşan bağlayıcı bir hukuki belge olarak öne çıkmakta ve daha da önemlisi, hak ihlali iddialarını içeren devlet başvuruları ile bireysel başvuruları incelemekle yetkili bir denetim mekanizması öngörmekteydi. “Yaşayan bir metin” olarak kabul edilen AİHS’in kapsamı, zaman içinde Ek Protokollerle ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadıyla geliştirildi.

AİHS'de yer almayan ekonomik ve sosyal haklar ise 1961 yılında İtalya’nın Torino şehrinde imzaya açılan ve 1965’te yürürlüğe giren Avrupa Sosyal Şartı’nda düzenlendi. Sosyal Şart, AİHS’i destekleyen bir nitelik taşıdı. Şart’ın denetimi, hükümet temsilcilerinin yer aldığı Hükümetler Komitesi ile bağımsız uzmanlardan oluşan Sosyal Haklar Komitesi tarafından yapılmak üzere tasarlandı. Şart da AİHS gibi zaman içinde gözden geçirildi ve Ek Protokollerle güçlendirildi.

Konsey Statüsü'nün 1. maddesinde ifadesini bulan, “üyeleri arasında daha büyük bir birliğe ulaşmak” hedefi doğrultusunda irili ufaklı pek çok yapı ortaya konuldu. Yerel yöneticilerin bir araya geldiği Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi, Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu (ECRI) ile İnsan Hakları Komiserliği’nin yanı sıra hükümetlerarası komiteler ve üye ülke STK'larının kendilerini ifade edebilecekleri uluslararası STK’lar Konferansı (CINGO’s) kuruldu.

Konsey bu yapılarla da yetinmedi. Kurulduğundan bu yana uluslararası işbirliği temelinde insan haklarının neredeyse her alanında 225 Sözleşme hazırlayarak imzaya açtı; böylelikle pek çok konuda öncü rol oynayarak standartlar belirledi. Bu standartların taraf ülkelerde hayata geçirilmesi için mekanizmalar oluşturdu. Üyeleri arasında canlı bir diyalog kanalı oluşturarak iyi uygulama örneklerinin ve deneyimlerin paylaşımını sağladı. Bu mekanizmalar arasında başlıca önem taşıyan, Avrupa İşkencenin ve Gayri İnsani ve Küçültücü Muamelelerin ve Cezaların Önlenmesi Sözleşmesi ve bu Sözleşme çerçevesinde oluşturulan Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi oldu.

Teşkilat bugün Avrupa’da işkence ve kötü muamele ile ırkçılık, ayrımcılık ve hoşgörüsüzlükle mücadeleden, STK’ların karar alma mekanizmalarına daha fazla katılımına kadar çeşitli alanlarda çalışmalar yürütüyor. Konsey’in oluşturduğu organlar ve yapılar kendi aralarında, ayrıca Birleşmiş Milletler ile AB başta olmak üzere diğer teşkilatlarla bir araya geliyor, etkileşimde bulunuyor. AİHS’in merkezde yer aldığı ve zaman içinde evrilen bu yapıların tamamı bugün Avrupa insan haklarının korunması sisteminin mimarisini oluşturuyor.

Pan-Avrupa Teşkilatı olarak Avrupa Konseyi

Kurucuların hedefi, Avrupa’da geniş bir coğrafyada birliğe ulaşmaktı.

Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Teşkilatın üyeliğine davet edilmesi en cesur ve aynı zamanda en tarihi kararlardan biri oldu. Teşkilata üyelik, sadece devlet kurumlarının yeniden düzenlenmesini ve mevzuat değişikliklerini değil, ayrıca bir zihniyet değişimini gerektiriyor; bir demokratik kültür yaratılmasını hedefliyordu. Bu zorlu süreçte, düzenli diyalog, deneyim paylaşımı, iyi niyet ile siyasi irade önemli rol oynadı. Bilindik çözümlerin, geçmişin kalıntıları ve jeopolitik gerçekler nedeniyle bazı ülkeler için otomatik olarak uygulanabilir olmadığı görüldü. Ancak, işbirliği ve eşitlikçi anlayış, sürecin başarıyla tamamlanabilmesini sağladı.

Avrupa Konseyi’nin 1993’te Viyana’da, 1997’de Strazburg’da ve 2005’te Varşova’da gerçekleştirilen Devlet ve Hükümet Başkanları Zirveleri, yeni üyelerin Teşkilata katılması, alınan kararlar ve kurulan yeni mekanizmalarla birlikte Konsey’in Avrupa’da kalıcı barış, istikrar ve demokratik güvenlik açısından hayati konuma sahip bir Pan-Avrupa Teşkilatına dönüşmesi sürecinde birer dönüm noktası oldular.

16-17 Mayıs 2005 tarihlerinde Varşova’da düzenlenen Üçüncü Zirve Avrupa’da birliğin Zirvesi olarak kayıtlara geçti. Belarus hariç Avrupa'daki tüm ülkeler bir araya gelmişti. Artık bir Pan-Avrupa teşkilatı olan Avrupa Konseyi, bölgede bütünleşmeye dayalı AB’den daha geniş bir birliktelik ve işbirliği alanı oluşturmuştu. Böylelikle, Avrupa'daki neredeyse tüm siyasi görüşler ve kültürler Teşkilat’ta temsil edilme imkânı elde etmişti.

Konsey’in o dönemdeki başarısı, farklılıkları birleştirme meziyetinden kaynaklandı. Bu farklılıklar, Konsey'e fikirsel bakımdan da zenginlik kazandırmıştı. Ortak değerler paydası birlikte yaşama kültürünü teşvik etti; bu durum da gündemindeki sınamalarla mücadele edebilmesini kolaylaştırdı.

Avrupa Konseyi-Türkiye İlişkileri

Avrupa Konseyi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa içinde ilk kapsamlı kurumsal bağını oluşturması nedeniyle Türkiye'nin dış politikasında her zaman özel bir yere ve öneme sahip oldu. Türkiye, Avrupa’nın ortak değerlerini bölgesel ve uluslararası istikrarın bir parçası olarak gördü.

Türkiye, kurucu üye olarak Avrupa Konseyi’nin siyasi rolü ve görünürlüğü ile etkinliğinin artırılmasına, Konsey üyeleri arasındaki birliğin ilerletilmesine katkı yaptı. 74 yıl içerisinde Konsey bünyesinde önemli sorumluluklar üstlendi ve zaman içinde evrilen ihtiyaç ve güncel sınamalara göre yeni Konsey mekanizmalarının ve sözleşmelerinin oluşturulmasına öncülük etti.

Türkiye’nin çabaları sonucunda İslam karşıtlığı, ırkçılık ve yabancı düşmanlığıyla mücadele ve göç konuları Konsey’in gündeminde giderek daha fazla yer bulmaya başladı. Ülkemiz ayrıca, Kasım 2010 – Mayıs 2011 döneminde yürüttüğü Bakanlar Komitesi Dönem Başkanlığında, Konsey tarihçesi bakımından önemli kazanımlara imza attı ve girişimimizle hayata geçirilen AK Komşuluk Politikasıyla, Konsey’in işbirliği araçlarına bir yenisi eklendi. Türkiye Dönem Başkanlığı altında, dönemin AK Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland “21. Yüzyıl Avrupası’nda Birlikte Yaşama” konusunda Seçkin Kişiler Grubu oluşturulması önerisinde bulundu ve Grubun hazırladığı rapor 11 Mayıs 2010’da evsahipliğimizde düzenlenen Bakanlar Komitesi toplantısında duyuruldu.

Ayrıca, AK Bakanlar Komitesi Dönem Başkanlığımız sırasında 26-27 Nisan 2011 tarihlerinde İzmir’de düzenlenen Yüksek Düzeyli toplantıların sonunda kabul edilen İzmir Deklarasyonu, AİHM’in işleyişinin etkinleştirilmesi ve Mahkemenin reformu konusunda 2010 yılında Interlaken’da (İsviçre) başlatılan sürecin ilerletilmesinde önemli bir adım oldu.

Türkiye’nin Konsey’in çalışmalarına sağladığı katkılar çerçevesinde ülkemizden şahsiyetler Konsey nezdinde önemli görevler üstlendi. Dışişleri Bakanlarımızdan Sayın Mevlüt Çavuşoğlu, AKPM Başkanlığı görevine seçilen ilk Türk Parlamenter olarak 2010-2012 yılları arasında AKPM Başkanlığını yürüttü. Sayın Çavuşoğlu’na, 7 Nisan 2014 tarihinde AKPM Onursal Başkanı unvanı da verildi. Türkiye diyalog ve diplomasi yoluyla her daim Avrupa Konseyi'ne katkı sağladı. Bu, özellikle çatışmaların önlenmesinde ve çatışmaların barışçıl yollarla çözülmesinde önem taşıdı.

Milli dış politikası doğrultusunda, Avrupa Konseyi’nde barış odaklı, kapsayıcı ve ilkeli tutumunu her daim ortaya koymuş olan ülkemiz, insan hayatına dokunan projelere destek vermeyi, hızlı değişimlerin ve belirsizliklerin yaşandığı bir çağda mevcut dinamikleri barış, refah ve istikrar yönünde şekillendirmeye katkıda bulunmayı sürdürecektir.

Teşkilatın ve Avrupa’nın geleceği: Nasıl bir Avrupa?

Avrupa’nın en büyük ve en eski teşkilatı olan Konsey, Mayıs 2005’de düzenlediği üçüncü Zirve'nin sonundan 2022 yılının Mart ayına kadar 47 üye ülkeden oluşmaktaydı. Anılan tarihe kadar, sadece Belarus istisnaydı. Farklı toplulukları bir araya getiren reçete esasen Avrupa halklarının birliğini temel alan istikrar, işbirliği ve iyi niyet anlayışı idi. Bu tablo, Rusya Federasyonu’nun 24 Şubat 2022’de Ukrayna’ya başlattığı askeri harekâtla bir anda değişti. Aynı gün, Teşkilat Rusya Federasyonu’nu en güçlü şekilde kınadı ve 25 Şubat günü Rusya Federasyonu’nun Konsey’deki temsil haklarını askıya aldı. Bu gelişmeleri müteakip 16 Mart’ta Rusya Federasyonu'nun Konsey üyeliği sona erdi. Böylelikle Konsey, Rusya Federasyonu’na karşı uluslararası alanda en somut ve hızlı tepkiyi veren teşkilat oldu.

Rusya Federasyonu’nun saldırısının teşkilat üzerindeki en büyük etkilerinden biri, Konsey’in bu kırılma noktasından sonra ne şekilde çalışmaya devam edeceğine dair yönlendirmeyi belirlemek üzere 4. Zirveyi düzenleme kararını alması oldu.

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Dönem Başkanlığı'nı yürüten İtalya'nın ev sahipliğinde Torino’da 19-20 Mayıs 2022 tarihlerinde düzenlenen Bakanlar Komitesi'nin 132. toplantısında, Konsey'in karşılaştığı yeni gerçekler ve sınamaların üstesinden gelinmesi konusunda değerlendirme yapmak üzere bir “Yüksek Düzeyli Düşünce Grubu (YDDG)” kurulmasına karar verildi. YDDG, raporunu Ekim 2022'de Delegeler Komitesi'ne sundu.

Raporda, Konsey’in geleceğinin tayini için önem taşıyan Dördüncü Liderler Zirvesi’nin mümkün olan en kısa sürede düzenlenmesi, AK demokrasi endeksinin oluşturulmasının değerlendirilmesi, Venedik Komisyonu’nun tavsiyelerinin üye ülkelerde uygulanmasının desteklenmesi, sivil toplum alanının korunması ve desteklenmesinin güçlendirilmesi, AB’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne ve Avrupa Sosyal Şartı’na taraf olması gibi tavsiyelere yer verildi.

Dönem Başkanı İzlanda’nın evsahipliğinde, Reykjavik'de 16-17 Mayıs 2023 tarihlerinde düzenlenen Avrupa Konseyi Devlet ve Hükümet Başkanları Dördüncü Zirvesi’ne, Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’ya saldırısı, AİHS sisteminin muhafazası, teşkilatın yeni sınamalara yanıt verebilecek şekilde reformu, demokrasinin korunması, AK’nın rol oynaması beklenen yeni/gelişen alanlar (dijital teknolojiler, çevre ve insan hakları, vb.) gibi konular damgasını vurdu.

Konsey, tüm Avrupa kıtası için standartlar oluşturma, bu standartların uygulanmasını izleme ve denetleme görevlerini günümüze kadar çoğunlukla başarıyla yürüttü.

Ancak, yeni yüzyılın başındaki heyecan ve ümit yerini endişelere ve krizlere bıraktı. Sınamalar artık küresel ve tüm dünyayı etkisi altına alıyor. Sadece savaş değil, ekonomik kriz, gıdaya erişim, iklim değişikliği, çevre sorunları ve Avrupa'da her geçen gün artan hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık devam ediyor.

Tüm bu sınamalar karşısında Avrupa'nın bugün bir dönüm noktasında durduğunu söylemek mümkün. Avrupa, halklarının daha güvenli, istikrarlı ve müreffeh olmasını sağlamak durumunda. Zirveler bunun için gerekli siyasi ve düşünce platformlarını sağlayabilir. Ancak asıl gerekli olan kuruluş hedeflerine yeniden ve samimiyetle odaklanılmasıdır. Türkiye, bu amaç doğrultusundaki çalışmalara her türlü katkıyı vermeyi geçmişte olduğu gibi gelecekte de sürdürecektir.

II. AVRUPA BİRLİĞİ

Birleşik Avrupa hedefi uzun yıllar Victor Hugo (1) gibi edebiyatçıların söylemlerinde kendine yer bulmuş, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslararası konjonktürde ise somut bir siyasi projeye dönüşmüştür. Avrupa bütünleşmesinin ortaya çıkışında savaşın Avrupa’da yarattığı sosyo-ekonomik yıkım ile savaşın bir daha tekrarlanmamasına yönelik çözüm arayışı etkili olmuştur. 9 Mayıs 1950 tarihinde Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman, Milletler Cemiyeti eski Genel Sekreteri Jean Monnet'nin önerisiyle, Avrupa devletlerini, kömür ve çelik üretiminde alınan kararları bağımsız ve ulusüstü bir kuruma devretmeye davet etmiştir. Schuman Deklarasyonu olarak anılan bu girişim başarıya ulaşmış ve 1951 yılında, Belçika, Federal Almanya, Lüksemburg, Fransa, İtalya ve Hollanda'dan oluşan 6 üye ile Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) kurulmuştur. Böylece, savaşın ham maddeleri olan kömür ve çelik, barışın araçları olmuş; dünya tarihinde ilk defa devletler kendi iradeleri ile egemenliklerinin bir kısmını ulusüstü bir kuruma devretmiştir.

AKÇT ile elde edilen fayda üye ülkeleri ekonomik bütünleşmede bir adım daha ileriye gitmeye sevk etmiş; 1957’de imzalanan Roma Antlaşması ile hem diğer sektörlerde de ekonomik bütünleşmeyi sağlamak amacıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) hem nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla ve güvenli biçimde kullanılmasını sağlamak üzere Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) kurulmuştur. 1965 yılında imzalanan Füzyon Antlaşması (Birleşme Antlaşması) ile sözkonusu üç topluluk (AKÇT, AET ve EURATOM) için tek bir Konsey ve tek bir Komisyon oluşturularak, bu Topluluklar, Avrupa Toplulukları (AT) adıyla anılmaya başlanmıştır. 1 Kasım 1993’te yürürlüğe giren Maastricht Antlaşması’yla birlikte ise üç sütunlu AB yapısı oluşturulmuştur.

AB’nin derinleşme ve genişleme süreçleri bütünleşme tarihi boyunca birbirine paralel ilerlemiştir. AB bir yandan, bütünleşmesini ileriye taşıyacak adımlar atarken, diğer yandan da yeni üyelerle genişlemiştir. AB’nin derinleşmesi kapsamında, 1987 yılında yürürlüğe giren Avrupa Tek Senedi, 1 Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe giren Maastricht Antlaşması ve 1 Aralık 2009 tarihinde yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması ile Kurucu Antlaşmalar AB’yi kapsamlı bir biçimde değişikliğe uğramıştır. Günümüzde AB Antlaşması (ABA) ve AB’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma (ABİHA), AB’nin tüm bu Antlaşmaları kapsayan temel hukuki kaynaklarıdır.

Genişleme sürecinde 1973 yılında Birleşik Krallık, Danimarka ve İrlanda, 1981 yılında Yunanistan, 1986 yılında ise İspanya ve Portekiz AT’yea katılmıştır. 2004 yılında ise, AB’nin tarihindeki en büyük genişleme dalgası gerçekleşmiş ve 10 yeni ülke (Çekya, Estonya, GKRY, Letonya, Litvanya, Macaristan, Malta, Polonya, Slovakya ve Slovenya) AB’ye üye olmuştur. 2007 yılında, Bulgaristan ve Romanya'nın katılımıyla AB'nin üye sayısı 27'ye yükselmiştir. 2013 yılında Hırvatistan'ın katılımıyla üye ülke sayısı 28'e ulaşmış, ancak 31 Ocak 2020 tarihinde Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılmasıyla üye sayısı yeniden 27 olmuştur. Mevcut durumda Türkiye dışında AB üyeliğine aday olan 7 ülke bulunmaktadır: Karadağ, Sırbistan, Kuzey Makedonya, Arnavutluk, Ukrayna, Moldova ve Bosna-Hersek. Aday ülkeler arasında Türkiye’nin yanı sıra Karadağ, Sırbistan, Kuzey Makedonya ve Arnavutluk AB ile katılım müzakerelerine başlamış durumdadır. Kosova ve Gürcistan ise potansiyel aday ülkelerdir.

Avrupa bütünleşmesinin fikir babası Jean Monnet “Avrupa’nın krizlerle inşa edileceğine ve krizlere çözümlerin toplamı olacağına her zaman inandım” demiştir. AB’nin gelişimi tam da Monnet’nin öngördüğü gibi krizler karşısında geliştirdiği ortak politikalarla olmuş, olmaya da devam etmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın küllerinden doğan Avrupa bütünleşmesi, içeride ve dışarda karşılaştığı pek çok krizi aşarak bugünlere gelmiştir. AB, toplumsal yaşamın hemen her alanında geliştirdiği ortak politikalarla, dünya siyasi tarihinde eşi benzeri bulunmayan bir bütünleşme süreci ortaya koymuştur.

TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİNE GENEL BAKIŞ

Tarihsel olarak bakıldığında Türkiye-AB ilişkilerinin iki temel özelliği olduğunu söylemek mümkündür. İlk olarak, ilişkiler uluslararası konjonktürden, AB içerisindeki gelişmelerden ve Türkiye’nin kendi iç dinamiklerinden eş zamanlı olarak etkilenmektedir. Bu da Türkiye-AB ilişkilerinin ikinci temel özelliğini ortaya çıkarmaktadır. İlişkiler her dönem inişli-çıkışlı bir seyir izlemiş, bazen cesur adımlar atılmış, bazen de önemli fırsatlar kaçırılmıştır. Soğuk Savaş şartlarında güvenlik endişelerinin ağırlıklı olduğu bir ortamda Türkiye-AB ilişkilerinde zamanla güvenlik endişelerinin yanısıra siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel meseleler ağırlığını daha fazla artırmış, Türkiye’nin üye ülkelerle ikili ilişkilerinin de resme daha fazla dâhil olmasıyla birlikte Türkiye-AB ilişkileri çok boyutlu bir hal almıştır.

Ankara Anlaşması

Türkiye, kurulmasından kısa bir süre sonra, 31 Temmuz 1959'da AET’ye ortaklık başvurusunda bulunmuş, bu başvuru AET tarafından kabul edilerek, 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara Anlaşması (Ortaklık Anlaşması) imzalanmıştır.

Ankara Anlaşması, Türkiye - AB ilişkilerinin hukuki temelini oluşturmaktadır ve Anlaşma'nın 28. maddesinde ortaklık ilişkisinin nihai hedefinin tam üyelik olduğu vurgulanmıştır. Nitekim dönemin AET Komisyonu Başkanı Walter Hallstein da konuşmasında Türkiye’nin Avrupalı kimliğinin altını çizerek üyelik konusuna şu ifadelerle yer vermiştir; "...Bugün, politik önemi büyük olan bir olaya şahitlik etmekteyiz. Türkiye, Avrupa’nın parçasıdır... Yapılacak iş, bugünden yarına tahakkuk ettirilecek cinsten değildir... Fakat günün birinde son adım da atılacak, Türkiye Topluluğun tam üyesi olacaktır…”.

Ankara Anlaşması, Türkiye'nin AET'ye entegrasyonu için hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve nihai dönem olmak üzere üç devre öngörmüştür. İlk dönem, Anlaşma'nın yürürlüğe girdiği 1 Aralık 1964 tarihi itibarıyla başlamıştır. Taraflar arasındaki ekonomik farklılıkları azaltmaya yönelik “hazırlık dönemi” olarak belirlenen bu dönemde, Türkiye herhangi bir yükümlülük üstlenmemiştir. 13 Kasım 1970 tarihinde imzalanan ve 1973 yılında yürürlüğe giren Katma Protokol ile birlikte, Ankara Anlaşması'nda öngörülen “hazırlık dönemi” sona ermiş, “geçiş dönemi”ne ilişkin koşullar belirlenmiştir. Bu dönemde Topluluk, bazı petrol ve tekstil ürünleri dışında Türkiye'den ithal ettiği tüm sanayi mallarına uyguladığı gümrük vergileri ve miktar kısıtlamalarını tek taraflı olarak sıfırlamış, buna karşılık, Türkiye'nin de AET kaynaklı sanayi ürünlerinde gümrük vergilerini tedricen sıfırlaması öngörülmüş ve böylece Gümrük Birliği'nin fiilen yürürlüğe girmesi için 22 yıllık bir süre tanınmıştır. Ancak Türkiye 1978 yılında yaşadığı ekonomik sorunlar nedeniyle Gümrük Birliği sürecini tek taraflı olarak askıya almıştır. İlişkiler 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından Avrupa Parlamentosu (AP) kararı ile tamamen dondurulmuştur.

Ankara Anlaşması ile tesis edilen ortaklık ilişkisinin işleyişine yönelik olarak iki taraf arasında bazı kurumlar oluşturulmuştur. Bunlar arasında en üst düzey karar alma organı Ortaklık Konseyi’dir. Ortaklık Konseyi’ne ek olarak, Ortaklık Komitesi, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu, Türkiye-AB Karma İstişare Komitesi ve Gümrük İşbirliği Komitesi de tesis edilen kurumlar arasındadır.

AT’ye Tam Üyelik Başvurusu ve Gümrük Birliği’nin Tesis Edilmesi

1983 yılında Türkiye'de sivil idarenin yeniden kurulmasıyla beraber, Türkiye'nin dışa açılma süreci başlamıştır. Böylece Türkiye-AT ilişkileri yeniden ivme kazanmıştır. Nitekim Türkiye, 14 Nisan 1987 tarihinde, Ankara Anlaşması’nda öngörülen dönemlerin tamamlanmasını beklemeden, üyelik başvurusunda bulunmuştur. Komisyon, başvuruyla ilgili görüşünü 18 Aralık 1989'da açıklamış ve Topluluğun kendi iç bütünleşmesini tamamlamadan yeni üye kabul edemeyeceğini belirtmiştir. Nitekim bu dönem, Topluluğun kurucu anlaşmada ilk kez kapsamlı değişiklik yaptığı Avrupa Tek Senedi’nin yürürlüğe girdiği ve İspanya ve Portekiz’in üyeliklerinin gerçekleştiği sürece denk gelmiştir.

Komisyon yayınladığı görüşte ayrıca, Türkiye'nin, Topluluğa katılmaya ehil olmakla birlikte, ekonomik, sosyal ve siyasal alanda adımlar atması gerektiğini ifade etmiştir. Bu nedenle, üyelik müzakerelerinin açılması için bir tarih belirlenmemesi ve Ortaklık Anlaşması çerçevesinde ilişkilerin geliştirilmesi önerilmiştir. Komisyon’un görüşünde hem AT hem Türkiye içi dinamiklerin ilişkilerin seyrini belirlemedeki önemi görülmüştür. Öte yandan, 1981 yılında Yunanistan’ın üye olmasıyla birlikte, Türkiye’nin Toplulukla/Birlikle ilişkilerinde her dönem hesaba katması gereken yeni bir dinamik ortaya çıkmıştır. Bu tarihten itibaren, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ikili sorunlar, Türkiye-AT/AB ilişkilerinin de ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir.

Türkiye bu dönemde Komisyon’un ilişkilerin Ankara Anlaşması çerçevesinde ilerletilmesi önerisini olumlu değerlendirmiş ve Gümrük Birliği'nin Katma Protokol'de öngörüldüğü şekilde 1995 yılında tamamlanması için gerekli hazırlıklara başlanmıştır. İki yıl süren müzakereler sonunda 5 Mart 1995 tarihinde yapılan Ortaklık Konseyi toplantısında alınan karar uyarınca Türkiye ile AB arasındaki Gümrük Birliği 1 Ocak 1996 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Böylece, Türkiye-AB Ortaklık İlişkisinin “son dönemi”ne geçilmiştir. Gümrük Birliği, Türkiye'nin AB ile bütünleşme hedefine yönelik ortaklık ilişkisinin en önemli aşamalarından biridir ve Türkiye-AB ilişkilerine ayrı bir boyut kazandırmış, “çağ açan imza” olarak yorumlanmıştır.

Ülkemiz, üye olmadan AB ile Gümrük Birliği yürüten tek aday ülkedir Gümrük Birliği, her ne kadar eksikleri olsa da, dış ticaret politikasının serbestleştirilmesini hızlandırması ve Türkiye sanayisinin rekabet gücünü artırması açısından ekonomimize önemli katkılar sunmuştur. Gümrük Birliği sayesinde sanayi üretiminde katma değeri yüksek malların payı artmış, özellikle beyaz ve kahverengi eşya ile otomotiv sektörü AB ülkelerinde kendini kanıtlamıştır. Bir diğer önemli husus da Gümrük Birliği ile birlikte Türkiye’nin, AB’nin ortak rekabet politikası, devlet yardımları sistemi, fikri ve sınai mülkiyet ve teknik engellerin kaldırılması gibi politikalarının önemli bir bölümünü kendi hukuk sistemine aktarmasıdır. Türkiye böylece AB müktesebatına uyum çalışmalarına henüz aday ülke değilken başlamış ve Komisyon tarafından her yıl yayınlanan Ülke Raporlarında (eski adıyla İlerleme Raporu) bu fasıllardaki genel uyum düzeyi hep yüksek olmuştur.

Adaylık Süreci ve Katılım Müzakereleri

Türkiye’nin aday ülke ilan edilmesine giden süreç Türkiye-AB ilişkilerinin uluslararası alandaki, AB’deki ve Türkiye’deki gelişmelerden nasıl etkilendiğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. 1997 yılında Lüksemburg’da yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde aday ülke ilan edilmeyi bekleyen Türkiye, bu gerçekleşmeyince, AB ile siyasi diyaloğu askıya almış, ilişkilerin geliştirilmesinin AB’nin mevcut yaklaşımını değiştirmesi koşuluyla olabileceğini belirtmiştir.

Bu karar sonrasında gerek Türkiye ve AB’de gerek bölgede yaşanan bazı gelişmeler ilişkilerin yeniden olumlu bir seyre girmesine katkı sağlamıştır. 1998 yılında patlak veren Kosova Krizi’nde Türkiye’nin stratejik öneminin bir kez daha ortaya çıkması, Almanya ve Fransa seçimleri sonrasında Türkiye’nin AB üyeliğine ılımlı yaklaşan liderlerin iktidara gelmesi, 1999’da ülkemizde yaşanan depremin ardından toplumlar arasındaki yakınlaşmanın da etkisiyle Yunanistan ile yaşanan gerginliklerin azalması gibi gelişmeler, Türkiye’nin aday ülke ilan edilmesine giden süreçte etkili olmuştur. Nitekim 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde Helsinki'de yapılan AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi'nde Türkiye'nin adaylığı resmen onaylanmıştır. Zirve’de, Türkiye’ye diğer aday ülkelerle eşit koşullarda adaylık statüsü verilirken, ilişkiler de yeni ve farklı bir boyuta taşınmıştır. 40 yıldır süregelen üyelik hedefini net ve somut bir perspektife dönüştüren Zirve, aynı zamanda Türkiye’yi üyelik müzakerelerine götürecek zorlu sürecin de ilk adımını oluşturmuştur.

Helsinki Zirvesi’nde, AB Komisyonu’ndan diğer aday ülkeler için olduğu gibi Türkiye için de üyelik sürecinde yol haritası oluşturacak bir Katılım Ortaklığı Belgesi (KOB) hazırlaması ve katılım öncesinde AB tarafından sağlanacak tüm mali yardımların koordinasyonuna ilişkin bir çerçeve oluşturması istenmiştir. Türkiye ise, KOB’a karşılık olarak AB müktesebatının üstlenilmesine dair taahhütlerini içeren bir Ulusal Program hazırlamıştır. İlişkilerin doğasında yaşanan bu değişim, karşılıklı sorumlulukları artırmış, AB sürecinde daha sistemli ve sürdürülebilir bir yapılanma ihtiyacı iyiden iyiye hissedilmeye başlanmıştır. Bu ihtiyaçtan yola çıkarak, AB Genel Sekreterliği 4 Temmuz 2000 tarihinde 4587 sayılı Kanun ile Başbakanlığa bağlı bir kurum olarak kurulmuştur (2).

AB Genel Sekreterliği’nin de kurulmasıyla birlikte, katılım müzakerelerinin başlaması için AB tarafından şart koşulan Kopenhag Siyasi Kriterlerinin karşılanmasına yönelik çalışmalar hız kazanmıştır. Bu çerçevede ülkemiz çok önemli reformlar gerçekleştirmiştir. 2002-2004 yılları arasında 8 Uyum Paketi, 2001 ve 2004 yıllarında da 2 Anayasa Paketi TBMM tarafından kabul edilmiştir. Özellikle de, 2004 Anayasa Reform Paketi’nin TBMM’de kabul edilmesiyle Türkiye reform sürecinde önemli bir eşiği aşmıştır. Nitekim AB Komisyonu 6 Ekim 2004 tarihinde yayımladığı İlerleme Raporu ve Etki Analizinde Türkiye’nin Kopenhag Siyasi Kriterleri’ni “yeterli düzeyde” karşıladığını belirterek, katılım müzakerelerinin açılması önerisinde bulunmuştur. Buna istinaden, 17 Aralık 2004 tarihli AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi'nde, 3 Ekim 2005'te müzakerelere başlanması kararı alınmış ve aynı tarihte Lüksemburg’da yapılan Hükümetlerarası Konferans’ta Türkiye resmen AB’ye katılım müzakerelerine başlamıştır.

Katılım müzakerelerine başlanması ilişkilerde çok önemli bir dönüm noktasıdır. Ancak Kıbrıs sorunu müzakereleri başından itibaren ipotek altına almıştır. 2004 yılında BM tarafından Kıbrıs’ta siyasi çözüm için hazırlanan Annan Planı, Kıbrıs Türklerince kabul edilip, Rum kesimi tarafından reddedilmiş olmasına rağmen, GKRY, AB tarafından Kıbrıs adasının tamamında egemenliği olan bir devletmiş gibi, uluslararası hukuka aykırı şekilde, üye yapılmıştır. Bunda Yunanistan’ın GKRY’nin üye yapılmaması halinde Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin üyeliğini engelleme yönündeki tehdidi de etkili olmuştur. AB’nin bu hatası, -ki GKRY’nin üye yapılmasının hata olduğu dönemin pek çok AB lideri tarafından da itiraf edilmiştir- katılım sürecinin başında sadece üyelik müzakerelerimizi etkilerken, zamanla Türkiye-AB ilişkilerinin birçok alanını olumsuz etkilemeye başlamıştır.

Türkiye Haziran 2006’da “Bilim ve Araştırma” faslını müzakereye açıp, aynı gün geçici olarak kapatmıştır. Ancak altı ay sonra, 11 Aralık 2006 tarihli AB Konseyi toplantısında, Türkiye’nin Ek Protokol’ü GKRY dahil tüm üye ülkelere uygulamadığı gerekçesiyle 8 fasılda müzakerelerin açılmaması ve hiçbir fasılda kapatılmaması yönünde alınan karar, sürecin siyasi engellerle sekteye uğrayacağının ilk sinyallerini vermiştir. Nitekim 2007 yılında Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy döneminde 5 faslın açılması tek taraflı olarak engellenmiş, 2009 yılında ise GKRY 6 faslın açılmasını tek taraflı olarak bloke ettiğini açıklamıştır. Fransa’da iktidar değişimi bu 5 faslın önünü açmış, ancak Kıbrıs sorunu yüzünden engellenen toplam 14 fasılda hiçbir ilerleme kaydedilememiştir. Gümrük Birliği’nin de etkisiyle pek çok fasılda uyum düzeyi yüksek olan Türkiye müzakerelere hızlı başlamış, 2006-2010 yılları arasında 13 fasıl müzakereye açılmıştır. Ancak malum üye ülkelerin siyasi engellemelerinden dolayı belli bir aşamadan sonra açılabilecek fasıl kalmamış, 2010-2013 döneminde yalnızca 1 fasıl müzakereye açılabilmiştir. Halihazırda, Türkiye’nin katılım müzakerelerinde 16 fasıl (3) müzakereye açılmış, bir fasıl geçici olarak kapatılmıştır. Müzakere sürecinde yaşanan bu hayal kırıklığı, Türkiye’nin AB’ye olan güvenini derinden sarsmıştır.

Türkiye-AB Zirveleri

2015 yılına kadar görece durgun seyreden Türkiye-AB ilişkileri özellikle Suriye’deki gelişmelerin neden olduğu insani trajedinin bir mülteci krizine dönüşmesiyle birlikte yeniden hız kazanmıştır. Somut kararların alındığı 29 Kasım 2015, 7 Mart 2016 ve 18 Mart 2016 Türkiye-AB Zirveleri çerçevesinde ilişkilerin her veçhesinde ivme sağlanmıştır. Zirvelerde, katılım müzakerelerinin yeniden canlandırılması, başta Türkiye-AB Zirveleri olmak üzere, kritik önemi haiz dış politika, ekonomi, enerji ve ulaştırma gibi alanlarda Türkiye ile AB arasında üst düzey diyaloğun güçlendirilmesi, Vize Serbestisi Diyaloğu sürecinin hızlandırılması, düzensiz göç yönetiminde yük paylaşımı, terörle mücadelede işbirliği yapılması ve Gümrük Birliği’nin güncellenmesi gibi konularda ilişkilerimiz açısından önemli kararlar alınmıştır.

Türkiye-AB Zirvelerinde alınan bu kararların en önemli yansıması, daha önce Cumhurbaşkanı Sarkozy döneminde Fransa tarafından engellenen 17. Ekonomik ve Parasal Politika Faslı (Aralık 2015) ile 33. Mali ve Bütçesel Hükümler Faslının (Haziran 2016) müzakerelere açılması olmuştur. Öte yandan Türkiye-AB üst düzey diyaloğu güçlenmiş, hem Zirveler yapılmış hem de dış politika, ekonomi, enerji ve ulaştırma gibi alanlarda Bakan ve Komiser seviyesinde Yüksek Düzeyli Diyalog (YDD) toplantıları düzenlenmiştir. Vize Serbestisi Diyaloğu süreci hızlanmış, 72 kriterin 65’i karşılanmış, Gümrük Birliği’nin güncellenmesine ilişin müzakerelerin başlamasında da son aşamaya gelinmiştir.

Türkiye-AB Zirvelerinin sonucunda kabul edilen “1’e 1 uygulaması” kapsamında 20 Mart 2016 tarihinden itibaren ülkemiz üzerinden Yunan adalarına yasadışı geçiş yapan göçmenlerin, sığınma başvurularının kabul edilmemesi halinde, ülkemize geri gönderilmesi; bunun karşılığında, Yunan adalarından ülkemize gönderilecek her bir düzensiz göçmen karşılığında, ülkemizde sığınma kamplarında bulunan kayıtlı Suriyelilerden bir kişinin, belirli öncelik kriterlerine göre, üye ülkelere gönderilmesi öngörülmüştü.

Düzensiz göç yönetiminde yük paylaşımının maddi boyutu her ne kadar Türkiye’nin istediği hızda olmasa da, AB, ülkemizdeki Suriyeliler için taahhüt edilen 3+3 milyar Avro’nun Sığınmacı Mali İmkânı (FRIT) mekanizması aracılığıyla ülkemize aktarılması için gereken adımları atmıştır. FRIT I ve II olarak adlandırılan ve toplamda 6 milyar Avroluk yardımı içeren paket kapsamında 5 milyar Avro kurumlara tahsis edilmiş olup, proje uygulamaları devam etmektedir. İlave Fon (Post FRIT) kapsamında 2021-2023 yılları arasında 3 milyar Avro taahhüt edilmiştir. Bu çerçevede, 2021 ve 2022 yıllarına sâri projeler programlanmış olup, sözkonusu fonun yaklaşık 500 milyon Avro’su kurumlara tahsis edilmiştir. 2023 yılı programı da son müzakerelerin ardından Temmuz ayı itibariyle netleştirilmiştir.

Öte yandan, AB düzensiz göç alanındaki işbirliğimiz çerçevesinde iki konuda herhangi bir adım atmamıştır: Gönüllü İnsani Kabul Programı’nı üye ülkelerin güçlü itirazları üzerine başlatamamış ve ülkemizdeki Suriyelileri belli kotalar çerçevesinde üye ülkelere yerleştirememiştir. Ayrıca, 18 Mart Mutabakatı’nın 9. maddesi çerçevesinde Suriye içindeki, Türkiye sınırına yakın belirli alanlarda insani koşulların iyileştirilmesine yönelik olarak Türkiye ile işbirliği yapmamıştır.

Türkiye-AB Zirvelerinde alınan kararların hayata geçirilmesine ilişkin süreç özellikle 15 Temmuz 2016’daki menfur darbe girişimi sonrasında yavaşlamıştır. Darbe girişimi sonrasında ülkemizin terörle mücadele konusunda aldığı önlemler AB tarafından eleştirilmiş ve Türkiye-AB ilişkileri yeniden zor bir döneme girmiştir. Nitekim 13 Aralık 2016 tarihli AB Zirvesi Dönem Başkanlığı Sonuçları’nda, “mevcut koşullar altında yeni fasılların müzakereye açılmasının düşünülmediği” belirtilmiştir. 26 Haziran 2018 tarihli AB Genel İşler Konseyi’nde ise, “ülkemizin AB’den uzaklaşmakta olduğu, katılım müzakerelerimizin fiiliyatta durma noktasına geldiği, yeni fasılların açılmasının veya kapatılmasının düşünülmediği ve Gümrük Birliği’nin güncellenmesi müzakerelerinin başlatılmasının öngörülmediği” ifadesi yer almıştır.

Sözkonusu dönemin aşılması ve ilişkilerin normalleşmesi açısından en önemli adım 26 Mart 2018 Varna Zirvesi’yle atılmıştır. Sayın Cumhurbaşkanımız, AB Konseyi Başkanı, AB Komisyonu Başkanı ve AB Dönem Başkanı Bulgaristan Başbakanıyla Varna’da bir araya gelerek, Türkiye-AB birlikteliğinin önemini teyit etmiş ve ülkemizin adaylığını en üst düzeyde vurgulamışlardır. Zirve’de ülkemiz 18 Mart Mutabakatı’na bağlılığını vurgulayarak, AB’yi de yükümlülüklerini yerine getirmeye davet etmiştir. Ancak Kıbrıs meselesinin çözülememesinin yarattığı sorunlar ile AB’nin gerek “Doğu Akdeniz’deki sondaj faaliyetleri” gerek “Kuzeydoğu Suriye” konusunda aldığı haksız ve yanlı kararlar Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz etkilemiştir.

15 Temmuz 2019 tarihinde AB Dış İlişkiler Konseyi’nin Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmaları nedeniyle aldığı yaptırım kararı, Türkiye ile yüksek düzeyli diyalog toplantıları ve Ortaklık Konseyi toplantılarını askıya almayı, 2020 yılı katılım öncesi mali yardımlarda kesintiye gitmeyi, Avrupa Yatırım Bankası’nın Türkiye’ye vereceği kredileri gözden geçirmeyi ve Kapsamlı Hava Taşımacılık Anlaşması müzakerelerini askıya almayı içermiştir. Böylece AB ile ülkemiz arasındaki yerleşik ve kurumsal diyalog mekanizmaları işlevsizleştirilmiş, bu durum ilişkilerin her boyutunu olumsuz etkilemiştir.

2020 yılının ikinci yarısından itibaren Türkiye-AB ilişkilerinde en belirleyici gündem maddesi Doğu Akdeniz’deki gelişmeler olmuştur. AB liderleri, Ege ve Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanları ile ilgili Türkiye’ye karşı Yunanistan ve GKRY’nin tezlerini benimsememiş olsalar dahi, üyelik dayanışması çerçevesinde desteklemişlerdir. AB’nin 18 Mart Mutabakatı kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmemesi üzerine Türkiye, 27 Şubat 2020 tarihinde “1’e 1 uygulaması”nı tek taraflı olarak fiilen sonlandırmıştır. Bunun üzerine, AB liderleri Sayın Cumhurbaşkanımızı Brüksel’e davet etmiş, 9 Mart 2020 tarihindeki görüşmede AB Komisyonu Başkan Yardımcısı/Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell ve o dönemki Dışişleri Bakanımız Sayın Mevlüt Çavuşoğlu 18 Mart Mutabakatı’nı yeni koşullar çerçevesinde güncellemekle görevlendirilmiş, Türkiye önerisini AB tarafına iletmiş, ancak bir cevap alamamıştır.

Ekim ve Aralık 2020 Zirvelerinde AB, 18 Mart Mutabakatı’nın gereklerinin yerine getirilmesini amaçlayan “olumlu gündem” sürecinin başlatılmasını önermiş, fakat bunu Türkiye’nin bazı koşulları yerine getirmesi şartına bağlayarak sürecin akıbetini belirsizleştirmiştir. 2021 yılında, Türkiye’nin izlediği yapıcı politika sayesinde Doğu Akdeniz’de gerginlik azalmış, ancak AB, Mart ve Haziran 2021 Zirveleri’nde Gümrük Birliği’nin güncellenmesi dâhil “olumlu gündemi” hayata geçirmeye yönelik Türkiye’nin beklentilerini karşılayan, somut hiçbir adım atmamıştır. AB’nin önerdiği olumlu gündem kapsamında sadece “iklim değişikliği”, “göç ve güvenlik”, “sağlık”, “tarım” ve “bilim, araştırma, teknoloji ve yenilikçilik” gibi yeni alanlarda yüksek düzeyli diyalog toplantıları yapılabilmiştir.

2022 yılında ise Rusya-Ukrayna savaşı, başta güvenlik ve savunma, enerji, göç, gıda güvenliği ve ekonomi politikaları olmak üzere AB’yi pek çok alanda etkileyerek “jeopolitik” kavramının ön plana çıkmasına ve bu doğrultuda yeni arayışlara gidilmesine yol açmıştır. Bu çerçevede, Ukrayna krizi, Türkiye-AB ilişkilerinin hızla değişen, inişli-çıkışlı bir yapısı olduğunu bir kez daha göstermiştir. Türkiye'nin jeopolitik bir aktör olarak önemi yeniden görülmüştür. Ülkemiz, savaşın getirdiği zorluklar da dâhil olmak üzere mevcut sorunların tüm Avrupa çapında ele alınması ve ortak çözümler geliştirilmesi inancıyla, ilk toplantısı 6 Ekim 2022 tarihinde yapılan Avrupa Siyasi Topluluğu Zirvesi’ne (AST) katılım sağlamıştır.

AST’nin ikinci Zirvesi ise 1 Haziran 2023 tarihinde Kişinev’de (Moldova) düzenlenmiş olup, Zirve’ye 47 ülkenin Devlet ve Hükümet Başkanları ile AB kurumlarının liderleri davet edilmiştir. Sayın Cumhurbaşkanımız, ülkemizde seçimlerin hemen akabinde düzenlenen Zirve’ye programının yoğunluğu nedeniyle katılım sağlayamamıştır.

Bunların yanı sıra 6 Şubat 2023 tarihinde Kahramanmaraş’ta meydana gelen deprem felaketi sonrası AB ülkemizle güçlü bir dayanışma göstermiştir. Bu çerçevede, AB Sivil Koruma Mekanizması kapsamında ülkemize AB yardımları yönlendirilmeye başlamıştır. 20 AB üye ülkesi ve 3 katılımcı ülke (Arnavutluk, Karadağ ve Sırbistan) tarafından ülkemize 32 arama kurtarma ekibi, 6 medikal ekip gönderilmiştir. Ayrıca, AB tarafından yaklaşık 33,5 milyon Avro tutarında insani yardım tahsis edilmiştir. 20 Mart 2023 tarihinde ise Uluslararası Bağışçılar Konferansı, AB Komisyonu ile İsveç Dönem Başkanlığı’nın ev sahipliğinde 65 ülke ve 26 uluslararası teşkilat ve finans kuruluşunun katılımıyla Brüksel’de gerçekleştirilmiştir. Konferans kapsamında ülkemize yönelik toplam 6 milyar 47 milyon Avro taahhütte bulunulmuştur.

Deprem felaketi sonrasında ilişkilerde olumlu bir atmosfer yaşanmış, üst düzey diyalog ve temaslar artmıştır. Bununla birlikte, ülkemizin AB sürecindeki tıkanıklıkları aşmaya yönelik olarak AB tarafından somut bir adım atılmamıştır. 29-30 Haziran 2023 tarihlerinde gerçekleştirilen AB Zirvesi Sonuçları’nda “Doğu Akdeniz” başlığı altında Türkiye’ye ilişkin olarak; Mart ve Haziran 2021 tarihlerinde düzenlenen AB Zirveleri’nde alınan kararların teyit edildiğine atıfta bulunularak, ülkemizde ahiren gerçekleştirilen seçimler ışığında, AB Yüksek Temsilcisi ve AB Komisyonu’ndan, AB Konseyi’nce belirlenen araçlar ve seçeneklerden yararlanılarak, stratejik ve ileriye dönük şekilde ilerlemek amacıyla Türkiye-AB ilişkilerindeki son durum hakkında bir rapor hazırlaması istenmiştir.

20 Temmuz 2023 tarihli Dış İlişkiler Konseyi toplantısında ise ülkemiz görüşülmüş, ancak herhangi bir karar alınmamıştır. Toplantıyı müteakip basın toplantısında AB Yüksek Temsilcisi Borrell, Türkiye ve AB ilişkilerinin daha güçlü bir şekilde geliştirilmesinde karşılıklı yarar bulunduğunu, AB’nin Türkiye’den beklentilerinin yanısıra, başta Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve vize serbestisi olmak üzere Türkiye’nin de AB’den beklentileri bulunduğunu, Türkiye ile ilişkilerin yapıcı bir şekilde sürdürebilmesi için Yunanistan ve GKRY’nin de (sürece) dahil edilmesi gerekeceğini, Doğu Akdeniz’deki durumun da hayati unsurlardan biri olacağını ifade etmiştir. Bir başka deyişle AB halen, ülkemizin bazı AB üyesi ülkelerle yaşadığı ikili sorunları AB sürecimize yansıtan tutumunu sürdürmektedir. Bununla birlikte Türkiye, AB’ye üyelik sürecinde kararlılığını koruyarak çalışmalarına devam etmektedir.

Türkiye-AB Vize Serbestisi Diyaloğu

Ülkemiz ile AB arasında başlatılan Vize Serbestisi Diyaloğu, kısa süreli ziyaretlerde vatandaşlarımıza uygulanan Schengen vizesinin kaldırılmasını amaçlamaktadır. Vize Serbestisi Diyaloğu tamamlandığında biyometrik pasaport sahibi tüm vatandaşlarımız, Schengen ülkelerine iş, ailevi ya da turistik amaçlı kısa süreli ziyaretlerinde (180 gün içinde 90 güne kadar) vizesiz seyahat edebilecektir. Schengen vizesi, İrlanda hariç tüm AB üyesi ülkeler için geçerlidir. İsviçre, Norveç, İzlanda ve Lihtenştayn AB üyesi olmamakla birlikte Schengen sistemine dâhildir.

Türkiye-AB Vize Serbestisi Diyaloğu 16 Aralık 2013 tarihinde Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması’nın imzalanması ile eş zamanlı olarak başlatılmıştır. Sözkonusu Geri Kabul Anlaşması üçüncü ülke vatandaşlarına yönelik uygulanmamakta olup, vatandaşlarımıza vize serbestisi tanınması ile eş zamanlı olarak uygulanacaktır.

Vize Serbestisi Diyaloğu’nun hızlandırılması, 18 Mart 2016 Türkiye-AB Zirvesi’nde uzlaşılan 18 Mart Mutabakatı unsurları arasında yer almaktadır.

Vize Serbestisi Diyaloğu, Vize Serbestisi Yol Haritası üzerinden yürütülmekte olup, karşılanması beklenen hususlar, 72 kriter olarak sıralanmaktadır. AB Komisyonu, 4 Mayıs 2016 tarihinde yayımladığı Vize Serbestisi Diyaloğu hakkındaki son raporu ile Türkiye’nin 72 kriterden 65’ini tamamen karşıladığını teyit etmiştir. Sonrasında yapılan çalışmalar neticesinde AB Komisyonu, 8 Aralık 2018 tarihinde kalan kriterler arasında yer alan AB ve ICAO standartlarıyla uyumlu pasaportların basımına ilişkin yükümlülüğün karşılandığını teyit etmiştir. Bu çerçevede 72 kriterden karşılanması gereken 6 kriter kalmıştır.

Vize Serbestisi Diyaloğu süreci başarıyla tamamlandığında, (AB) 2018/1806 sayılı Avrupa Parlamentosu ve Konsey Tüzüğü’nde değişiklik yapılarak, ülkemiz, 2018/1806 sayılı Tüzüğün ekinde yer alan ve vize uygulanacak ülkelerin yer aldığı negatif listeden vize muafiyetine sahip ülkelerin bulunduğu pozitif listeye alınacak ve vatandaşlarımız için vize muafiyeti gerçekleşmiş olacaktır. Vize serbestisinin sağlanması, ekonomi, ticaret, kültür ve eğitim alanları başta olmak üzere Türk ve AB vatandaşları arasındaki etkileşimi artırarak Türkiye-AB ilişkilerini olumlu yönde etkileyecektir.

Türkiye-AB İlişkilerinin Türkiye Açısından Önemi

Çağımızın hızla değişen küresel dinamikleri, Türkiye-AB bütünleşmesini ve ülkemizin AB üyeliğini giderek daha önemli ve vazgeçilmez kılmaktadır. Bu durum hem Türkiye, hem de AB için geçerlidir. Türkiye bu farkındalıkla AB ile ilişkilerini ülkemize daha fazla katma değer yaratacak şekilde sürdürmektedir. Bir taraftan AB müktesebatına uyum amacıyla yapılan reform çalışmaları devam etmekte, diğer taraftan AB ile yürütülen mali işbirliği ve Birlik programlarıyla ülkemizin AB’ye üyelik süreci desteklenmektedir.

Türkiye’nin AB’ye üyelik yönünde attığı adımların öncelikli hedefi, bu süreçte vatandaşlarımızın refahını artırmak ve yaşam standartlarını yükseltmektir. AB üyeliğine ilişkin sonuç ne olursa olsun, bu sürecin kendisinin ülkemize sağlayacağı faydanın bilinciyle hareket edilmekte ve ülkemizin çıkarına olan adımlar atılmaktadır. Bir başka ifadeyle, AB’ye üyelik sürecinin kendisi ve kazanımları, sonuç kadar değerli görülmektedir. Türkiye AB üyeliğini, yüksek çıkarlarını korumak ve egemenliğini güçlendirmek için stratejik bir hedef olarak görmektedir.

AB’ye Üyelik Yolunda Yapılan Reform Çalışmaları

AB’ye üyelik hedefi, Türkiye’nin reform sürecinin arkasındaki en önemli itici güçlerden biridir. Bu süreç yıllarca, farklı alanlarda kapsamlı reformların yapılabilmesinde önemli bir dayanak olmuş, toplumun farklı kesimlerinin hassasiyetlerine dokunan köklü reformların gerçekleştirilmesi için gerekli olan toplumsal uzlaşının sağlanmasında belirleyici bir rol oynamıştır.

Siyasi reform sürecinin öncelikli amacı, ülkemizin demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları alanında güçlenmesidir. Nitekim AB süreci Türkiye’nin demokratikleşmesini destekleyici ve bu yöndeki reformları hızlandırıcı bir etki yaratmıştır. Siyasi reformlarla vatandaşlarımızın sahip olduğu bireysel hak ve özgürlüklerin kapsamı genişletilmiş, çağdaş demokrasilerin temel ilkeleri gündelik hayatımızın bir parçası olmuştur. Ayrıca ülkemiz, AB sürecinde gerçekleştirilen reformların da katkısıyla köklü bir sosyo-ekonomik dönüşüm sürecinden geçmiştir. Yapılan reformlar çok yönlü bir zihinsel dönüşümü de beraberinde getirmiştir.

2002 yılından bu yana AB müktesebatına uyum çalışmaları kapsamında 3000’ü aşkın yeni yasal düzenleme hayata geçirilmiştir. Yapılan siyasi ve ekonomik reformlar ülkemize önemli katkılar sağlamıştır. AB müktesebatına uyum çalışmaları enerji verimliliğinden tüketici haklarına, meslek standartlarından oyuncakların güvenliğine, çevrenin korunmasından kadınların istihdamına kadar günlük hayatımızın her alanını kapsamaktadır. AB’ye uyum kapsamında atılan adımlar, vatandaşlarımızın refahını ve yaşam standartlarını yükseltmek açısından faydalı olup olmadığının muhasebesi yapılarak devam etmektedir.

Bu değişim ve dönüşümün yanı sıra AB süreci, Türkiye’de istikrarlı bir büyüme ortamının var olabilmesi açısından önemli rol oynamaktadır. Türkiye-AB arasında ekonomik ve ticari alandaki yakın işbirliği uzun yıllardan bu yana verimli bir şekilde işlemektedir. Ülkemizin Gümrük Birliği dolayısıyla hâlihazırda AB ile mevcut derin ticari ilişkileri, sahip olduğu nitelikli işgücü, demografik dinamizmi ve ekonomik yapısı Türkiye’yi diğer aday ülkelerden ayrı bir noktada konumlandırmaktadır. AB, dünyanın en güçlü ekonomilerinden biri olarak Türkiye’nin en önemli ticari ortağıdır (4).

Türkiye, AB üyelik sürecinde karşısına çıkan tüm siyasi engellere karşın reform çalışmalarını kararlılıkla sürdürmektedir. Bu doğrultuda, 2021-2023 yıllarını kapsayan AB’ye Katılım için Ulusal Eylem Planı, AB müktesebatına uyum çalışmalarına hız vermek, tüm müzakere fasıllarında ilerleme kaydetmek ve siyasi engeller kalktığında fasılları hızla açabilmenin yanı sıra her alanda yaşam standartlarımızı yükselterek, uluslararası rekabet gücümüzü artırmak açısından da önemli bir rehberdir. Türkiye’nin AB’ye katılım sürecindeki kararlılığının en önemli ifadesi ve başlıca yol haritası olan Ulusal Eylem Planı, AB müktesebatına uyum çalışmalarını hem mevzuat uyumu, hem de kurumsal/idari yapılanma çerçevesinde somut bir biçimde ortaya koymaktadır. Plan kapsamında yaklaşık 204 yasal düzenleme ile 126 idari tedbirin hayata geçirilmesi öngörülmüştür. Bunun yanı sıra Yargı Reformu Stratejisi (YRS), İnsan Hakları Eylem Planı (İHEP), Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele 4. Ulusal Eylem Planı (2021-2025), Çocuk Hakları Stratejisi ve Eylem Planı (2023-2028), Ulusal Engelli Hakları Eylem Planı (2023-2025), Roman Vatandaşlara Yönelik Strateji Belgesi (2023-2030) ve I. Aşama Eylem Planı (2023-2025), Düzensiz Göçle Mücadele Strateji Belgesi (2021-2025), Organize Suçlarla Mücadele Ulusal Strateji Belgesi (2022-2027), Yeşil Mutabakat Eylem Planı, 2030 Engelsiz Vizyon Belgesi ve iklim değişikliği bağlamında Paris Anlaşması’nın onaylanması son dönemlerde yapılan önemli reform çalışmaları arasındadır. Ayrıca, YRS ve İHEP kapsamında yargı ve temel haklar alanında öngörülen faaliyetleri hayata geçirmek için şimdiye kadar toplam 7 kapsamlı yargı paketi çıkartılmıştır.

Siyasi reform sürecinde insan hakları kurumsallaşması bağlamında da, Kamu Denetçiliği Kurumu (KDK) ve Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu (TİHEK) ihdas edilmiş, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru mekanizması gibi çok önemli mekanizmalar hayata geçmiştir. TİHEK, Ulusal İnsan Hakları Kurumları Küresel Ağı’na (GANHRI) B statüsünde akredite edilmiştir.

Mali İşbirliği ve Birlik Programları/Ajansları

Türkiye-AB ilişkilerinde zaman zaman yaşanan iniş-çıkışlara ve siyasi engellemelere bağlı tıkanıklara rağmen, Türkiye-AB Mali İşbirliği son 20 yıldır kesintisiz biçimde devam etmiş ve AB üyelik sürecimizde somut kazanımlar elde ettiğimiz bir alan olmuştur. Ülkemiz, aday ülke statüsünden dolayı AB’nin kısaca “IPA” olarak adlandırılan katılım öncesi mali yardımlarından yararlanmaktadır. Mali yardımlar, vatandaşlarımızın ve kamu kurumlarımızın AB sürecine katılımını teşvik eden projeler aracılığıyla, bahsedilen dönüşümün devlet bütçesine yük getirmeden gerçekleştirilmesini sağlamaktadır. AB uyum süreci kapsamında 2002’den bu yana ülkemize tahsis edilen toplam 9,5 milyar Avro’luk AB fonu sayesinde 900’e yakın büyük ölçekli proje gerçekleştirilmiştir. Sözkonusu projeler sayesinde şehirlerimizdeki hava kalitesinden sınır güvenliğine, yenilenebilir enerjinin desteklenmesinden salgın hastalıklarla mücadeleye vatandaşlarımızın hayatına dokunan birçok alanda ilerleme kaydedilmiştir.

AB politikalarının uygulama araçlarından biri olan Birlik Programları, üye ve katılımcı ülkeler arasında işbirliğini teşvik ederek, AB politikaları hedeflerine ulaşılmasına katkı sağlamaktadır. Ülkemiz 26 Şubat 2002 tarihinde imzalanan Çerçeve Anlaşma ile Birlik Programlarından yararlanmaya başlamıştır. Vatandaşlar, özel sektör kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, kamu kurumları, üniversiteler, öğrenciler ve araştırmacılar programlar kapsamında açılan teklif çağrılarına başvurarak aldıkları hibeler ile projeler yürütmekte veya programların sunduğu çeşitli fırsatlardan faydalanmaktadır. Ülkemiz 2014-2020 döneminde, Erasmus+, Ufuk 2020, Yaratıcı Avrupa, COSME, Gümrükler 2020, Fiscalis 2020, İstihdam ve Sosyal Yenilik ve Sivil Koruma Mekanizması programlarına katılmıştır. 2021-2027 döneminde ise Ufuk Avrupa, Erasmus+, Avrupa Dayanışma Mekanizması, Sivil Koruma Mekanizması ve Gümrükler programlarına katılım sağlamaktadır. Diğer bazı programlara katılım müzakereleri halihazırda devam etmektedir.

AB ayrıca Sınır Ötesi İşbirliği Programları vasıtasıyla üye, aday ve komşuluk politikası kapsamındaki ülkelerde belirlenen sınır ötesi işbirliği bölgelerinin ekonomik ve sosyal kalkınmasına yönelik olarak fon sağlamaktadır. Ülkemizin 2004’ten beri katılım sağladığı sınır ötesi işbirliği programları, sınır bölgelerinin kalkınmasına katkı sağlarken farklı kültür ve toplumların kaynaşmasına da vesile olmaktadır. Bu çerçevede, Türkiye Bulgaristan Sınır Ötesi İşbirliği Programı, Karadeniz Havzasında Sınır Ötesi İşbirliği Programı ve Akdeniz Havzasında Sınır Ötesi İşbirliği Programı kapsamında Türkiye’deki Program alanlarında yer alan 43 ilden kamu kurumları, sektör kuruluşları, üniversiteler, belediyeler, sivil toplum kuruluşları ve KOBİ'ler proje yürütebilmektedir.

Ülkemiz ayrıca, özellikle aday ülke ilan edildikten sonra AB’nin TAIEX ve Twinning gibi çeşitli teknik destek mekanizmalarından ve zaman içinde adı ve işlevi değişen daha pek çok imkanından yararlanarak hem AB müktesebatına uyumda hem kurumsal kapasitesini geliştirmede önemli adımlar atmıştır. Bugün Türkiye’nin pek çok farklı alandaki yüksek rekabet gücünde AB sürecinin payı yadsınamaz.

AB’NİN GELECEĞİ

AB’nin Karşı Karşıya Kaldığı Sınamalar

Soğuk Savaş sonrası bir yandan güç dengelerinin hızla değiştiğine ve kurulu düzenin sarsılmaya başladığına şahitlik eden uluslararası toplum, bir yandan da her an farklı bir krizle karşı karşıya gelmektedir. Bölgesel çatışmalar, iç savaşlar, göç ve terör dünyanın hemen hemen tüm bölgelerinde başlıca sınamalar arasında yer alırken, dijitalleşmenin fırsatlara ilaveten getirdiği yeni riskler ile sağlık, gıda ve iklim krizi gibi siyaset ve ekonomi üstü makro problemler, insanlığı sürekli olarak yeni tehditlerle yüz yüze getirmektedir. Küresel konjonktürdeki değişimi okumak, AB’nin bugününü ve geleceğini anlamak açısından şüphesiz büyük önem arz etmektedir. Nitekim tüm bu küresel sınamalar AB’nin kendi içinde yaşadığı zorluklarla birleşince, Birliği geniş kapsamlı bir krizle karşı karşıya getirmiştir. Bu kriz, Avrupa’nın geleceğine yönelik arayışa ve bu arayışın beraberinde getirdiği tartışmalara öncülük eden başlıca faktör konumundadır.

Soğuk Savaş sonrası dünyanın en belirleyici özelliklerinden biri, küresel dengelerde yaşanan değişimdir. Bu değişimi ortaya koyan en önemli husus ise gücün giderek Batı’dan Doğu’ya doğru kayması olmuştur. Çin, “Kuşak ve Yol Projesi” gibi girişimler vesilesiyle ekonomik gücünü giderek siyasi ve kültürel bir güce dönüştürmektedir. Bunun yanı sıra, BRICS gibi oluşumlar, Rusya’nın uluslararası hukuka aykırı adımları ve transatlantik ilişkilerde sorunlar yaşanması, özellikle son yirmi yılda uluslararası sistemde ciddi bir dönüşüme yol açmıştır. Bu yeni düzen içerisinde konumunu netleştirme ve güçlendirme çabası içinde olan Avrupa, bir yandan Çin ile etkin işbirliği ağları kurmakta, öte yandan Çin’in kendisini etki altına almasından çekinmektedir. AB her ne kadar 2019 yılından bu yana Çin’i sistemik bir rakip olarak tanımlıyor olsa da, Çin’e yönelik yeknesak bir politika geliştirme konusunda Birlik içerisinde görüş ayrılıkları yaşanmaktadır. AB’nin Çin konusunda zorlandığı bir diğer husus ise, ABD-Çin rekabetinde nasıl konumlanacağıdır.

Küresel dengelerdeki değişimin AB üzerindeki etkisine Rusya açısından bakmak gerekirse, bu konunun, Rusya-Ukrayna savaşının halen sürmekte olduğu mevcut dönemde özellikle önemli olduğunu söylemek mümkündür. Zira AB liderlerinin, 11 Mart 2022 tarihli Versay Zirvesi'nde ifade ettiği üzere, savaş "Avrupa tarihinde bir tektonik kırılma" niteliğindedir. AB ile Rusya arasında Soğuk Savaş’tan bu yana süregelen jeopolitik gerginlik, 2000’li yıllarda NATO’nun genişlemesi ve AB’nin Doğu Ortaklığı Politikası ile tırmanarak devam etmiştir. Rusya’nın 2008’de Gürcistan’a, 2014’te de Ukrayna’ya gerçekleştirdiği müdahaleler ve son olarak 2022 yılının Şubat ayında başlayan ve halen devam etmekte olan Rusya-Ukrayna savaşı ile AB-Rusya ilişkilerindeki gerginlik doruk noktasına ulaşmıştır. Savaşın hemen ardından Ukrayna’ya yardım ve Rusya’ya yaptırım konusunda somut adımlar atan AB, bu kriz karşısında birlik ve dayanışma içerisinde hareket ederek net bir tavır almayı başarmış ve bu durum üye ülke vatandaşları nezdinde AB’ye olan güveni artırmıştır. Bununla birlikte, bu savaş AB üzerinde başta güvenlik ve savunma olmak üzere, enerji, göç ve ekonomi gibi çeşitli alanlarda büyük etkiler yaratmış, AB’nin bu alanlarda hem yükünü artırmış hem mevcut zafiyetlerini gözler önüne sermiştir.

Uluslararası sistemdeki başlıca değişimlerden bir diğeri ise, İkinci Dünya Savaşı sonrası tesis edilen ve gerek politikada gerek ekonomide kurallara dayalı çok taraflılık üzerine inşa edilen dünya düzeninin yaşadığı sarsıntıdır. 1990’lardan itibaren küreselleşmenin hız kazanmasının ardından, liberal değerler üzerine kurulu dünya düzeni milliyetçiliğin ve kimlik politikalarının yükseldiği bir sürece girmiştir. Ekonomik eşitsizliğin artması, terörizmin küresel bir boyut alması, bölgesel çatışmalar ve göç krizleri gibi bazı başka faktörler bu süreci hızlandırmıştır. Tüm dünyayı etkisi altına alan 2008 finansal krizi de bu süreçte tetikleyici rol oynamış, bir nevi 21. yüzyılın “Büyük Buhran”ı olarak işlev görmek suretiyle, aşırı sağ ve popülist akımları güçlendirmiş, yabancı düşmanlığını körüklemiştir. Bu değişim Avrupa’ya da sirayet etmiş, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve çokkültürlülük gibi temel AB değerlerini sarsmıştır. Tüm bunlara ek olarak, AB’nin kurumsal işleyişindeki ve karar alma mekanizmalarındaki yapısal sorunlar, Birlik ile AB vatandaşları arasındaki uçurumu genişletmiş ve üye ülkeler arası ayrışmaları belirgin hale getirmiştir. Bu ortamdan beslenen aşırı sağ ve popülist hareketler güç kazanırken, bu güce ortak olmak isteyen ana akım siyaset de giderek aşırı sağa kaymış ve böylece Avrupa’da ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve AB şüpheciliği yaygınlaşmaya başlamıştır.

AB şüpheciliğinin Birlik nezdindeki en somut sonucu ise, Birleşik Krallık’ın zorlu bir süreç sonunda 31 Ocak 2020 tarihinde AB’den ayrılması olmuştur. Tarihte ilk defa bir üyenin AB’den ayrılması, Birliğin geleceğine dönük endişeleri artırmıştır.

Özetle, küresel düzeyde yaşanan dönüşüm, tüm diğer aktörler gibi AB’yi de derinden etkilemiştir, etkilemeye de devam etmektedir. Savaşlar, çatışmalar, göç ve terör gibi tehditler dünyayı daha kaotik hale getirirken, Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana devam eden güç dengelerindeki değişim ile Rusya ve Çin gibi aktörlerin yükselişi, AB’nin bu yeni düzende yeniden konumlanma ihtiyacını belirginleştirmiş, transatlantik ilişkilerde yaşanan kırılma ise AB’yi bir özerklik arayışına doğru itmiştir. Küresel düzlemde yaşanan değerler erozyonu belki de AB üzerinde en fazla etki bırakan değişimlerden biri olmuş; bu süreç AB’yi popülizm ve aşırı sağ gibi tehditlerle mücadele etmek zorunda bırakarak, AB’nin kendi tarihsel ve yapısal problemlerinden ötürü zaten bir süredir içinde bulunduğu kimlik krizini derinleştirmiştir. Böylece kendi iç sorunlarına yoğunlaşan AB, yakın zamana kadar genişleme politikasını rafa kaldırmış, komşuluk coğrafyasındaki problemlerden uzak kalmayı tercih etmiş, hem bölgesel hem küresel düzeyde normatif gücünü belli ölçüde kaybetmiştir. Bununla birlikte, özellikle son yıllarda AB’nin görece bir toparlanma içerisinde olduğu, mevcut sorunlarını aşmaya çalıştığı ve hem dayanışma ruhunu hem de normatif gücünü yeniden inşa etmek için büyük çaba sarf ettiğini gözlemlemek mümkündür. Pandemi sonrası toparlanma çabalarını büyük bir gayretle sürdüren AB, 2022 yılında patlak veren Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında da birlik ve dayanışmanın tesisine önem vermiş ve mevcut jeopolitiğin bir gerekliliği olarak genişleme politikasını da tekrar gündeme almıştır. Ne var ki AB’nin uzunca bir zamandır süregelen yapısal sorunlarını çözmek için önünde halen uzun bir yol bulunmakta, yeni sınamalar bir yandan yeni fırsatlar sunarken bir yandan da mevcut kırılganlıkları daha görünür hale getirmekte ve her hâlükârda AB’nin geleceğine ilişkin tartışmayı yeniden alevlendirmekte ve şekillendirmektedir.

Avrupa’nın Geleceği Tartışmaları

Savaş sonrası küresel düzende kurallara dayalı çok taraflı sistemin başarılı bir çıktısı olan AB Projesi, Avrupa kıtasına hiç kuşkusuz barış, istikrar ve refah getirmiştir. Ancak özellikle 1990’lardan sonra başlayan ve yukarıda ele alınan küresel ve iç sınamalar, AB’yi çok boyutlu bir krizin yarattığı zorluklarla başa çıkmak zorunda bırakmış ve AB’nin geleceğinin tartışmaya açılmasına neden olmuştur. Avrupa’nın geleceği ile ilgili kapsamlı tartışmalar 2000’li yılların başlarında Anayasa Konvansiyonu ile başlamış olup, bu süreç AB’nin beşinci genişlemesinin getirdiği gereksinimleri karşılama ihtiyacı çerçevesinde şekillenmiştir. Konvansiyon’dan çıkan ve AB’yi derinleştirme amacıyla oluşturulan Anayasa Antlaşması, Fransa ve Hollanda gibi iki kurucu üye tarafından reddedilmiş ve hayata geçirilememiştir. 2007 yılında imzalanan Lizbon Antlaşması ile AB’nin kurumsal yapısına ve kurucu anlaşmalarına bazı değişiklikler getirilmiş, ancak bu değişiklikler de, AB’nin kapsamlı reform ihtiyacını karşılamada yeterli olmamış, dolayısıyla reform tartışmaları bugüne kadar devam etmiştir.

Bu çerçevede, son yıllarda, AB’nin geleceğini tartışmak ve yeniden yapılanmaya yönelik bir yol haritası belirlemek amacıyla bazı girişimlerde bulunulmuştur. 16 Eylül 2016 tarihli Bratislava Zirvesi’nin bildirisiyle başlayan, Roma Antlaşması’nın 25 Mart 2017’deki 60. yıldönümü vesilesiyle yayımlanan Roma Bildirisi ile devam eden ve 9 Mayıs 2019’da ilan edilen Sibiu Bildirisi ile hız kazanan Avrupa bütünleşmesine bağlılık açıklamaları ve reform arayışları, bu girişimler arasında en öne çıkanlardır. Son olarak, 9 Mayıs 2021 tarihinde başlayan ve bir yıl sürerek 9 Mayıs 2022’de sona eren Avrupa’nın Geleceği Konferansı, bu sorgulama ve arayışların bir devamı olarak, bu kez AB vatandaşlarının da katılımına imkân veren bir platform niteliğinde gerçekleştirilmiş, ancak aday ve potansiyel aday ülke vatandaşları sürece dahil edilmemiştir.

Avrupa’nın Geleceği Konferansı’ndan çıkan sonuçlara bakıldığında, AB’nin geleceğine ilişkin tartışmalarda bazı hususların görece daha fazla öne çıktığı anlaşılmaktadır. Bunlardan birincisi, oybirliği yöntemi üzerine süregelen tartışmadır. Oybirliği ilkesi, AB’yi dış politika başta olmak üzere belirli alanlarda hızlı hareket etmekten ve sağlık ve savunma gibi alanlarda daha fazla rol üstlenmekten alıkoyan bir karar alma ilkesi olarak esasen uzun zamandır tartışılmaktadır. Son zamanlarda yaşanan göç krizinde, mali krizde ve pandemi sürecinde de karar almada geç kalınmasının en önemli sebebi olarak gösterilen, ancak öte yandan dış politika, güvenlik, savunma ve genişleme politikasında vazgeçilmesi çok zor bir ilke olan oybirliği yönteminin önümüzdeki dönemde de tartışılmaya devam etmesi beklenmektedir.

Rusya-Ukrayna savaşının etkisiyle, Konferans’ta en çok öne çıkan konulardan bir diğeri ise, güvenlik ve savunma politikası olmuş, ortak bir savunma politikası inşa edilmesi ve ortak silahlı kuvvetler kurulması konusunda önerilerde bulunulmuştur. AB’nin özellikle savunma alanında stratejik özerkliğe sahip olması gerektiği fikri, 2017 yılında Fransa Cumhurbaşkanı Macron tarafından ortaya atılmış, ABD Başkanı Trump döneminde AB’nin ABD ile özellikle güvenlik alanındaki ittifakının sekteye uğraması, bu görüşü pekiştirmiştir. Pandemi süreci ise, stratejik özerklik fikrinin kapsamını tedarik zinciri ve temel ihtiyaçları da içine alacak şekilde genişletmiştir. Ne var ki Rusya-Ukrayna savaşı bu önceliği hem geri plana atmış, hem de bu önceliğin uygulanabilirliği anlamında ciddi soru işaretleri doğurmuştur. Zira savaş, AB’nin “kısıtlı” askeri imkân ve yeteneğini yeniden su yüzüne çıkarmış, ABD ve NATO’nun AB için önemini tekrar hatırlatmıştır. Buna rağmen stratejik özerklik anlayışı ve arayışı, Avrupa’nın geleceği tartışmalarında yerini koruyacağı anlaşılmaktadır.

AB’nin derinleşmesine ilişkin süregelen tartışmanın yanı sıra, genişleme konusu da kıtanın geleceği tartışmasında önemli bir yer tutmaktadır. Son yıllarda bölgede ve dünyada yaşanan gelişmeler, birlik olmanın önemini bir kez daha göstererek AB’nin bir süredir geri plana attığı genişleme politikasını tekrar gözden geçirmesine sebep olmuştur. Genişleme politikası, Rusya-Ukrayna savaşına kadar, Balkan ülkeleri ekseninde yoğunlaşmış ancak somut adım atılmamıştır. Savaşla birlikte AB, genişleme politikasının açısını genişletmiş, 23-24 Haziran 2022 tarihli AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde Ukrayna ve Moldova’ya aday ülke statüsü verilirken, Gürcistan’ın gerekli şartları sağlaması halinde aday ilan edileceği belirtilmiştir. Aynı Zirve’de alınan karar doğrultusunda, Kuzey Makedonya ve Arnavutluk ile katılım müzakereleri de 19 Temmuz 2022 tarihinde nihayet başlamıştır. 15 Aralık 2022 tarihli AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’nde ise Bosna-Hersek’e aday ülke statüsü verilmiş, aynı tarihte, Kosova AB’ye üyelik başvurusunda bulunmuştur.

Rusya-Ukrayna savaşının ardından yaşanan bu gelişmeler, genişleme politikasının daha ziyade jeopolitik kaygılarla ve tepkisel olarak ele alındığını bir kez daha göstermektedir. AB Yüksek Temsilcisi Borrell’in, Arnavutluk ve Kuzey Makedonya ile katılım müzakerelerinin başladığı 19 Temmuz 2022 tarihinde “jeopolitik değişimlere” yaptığı vurgu ve 2022 Genişleme Strateji Belgesi’ndeki “jeopolitik gerçeklik” ile “genişleme politikasının AB gündeminde üst sıralara taşındığı” yönündeki ifadelerden de bu durum açıkça görülebilmektedir.

Son dönemde AB Konseyi Başkanı Charles Michel’in, 28-29 Ağustos 2023 tarihlerinde Slovenya’nın Bled şehrinde düzenlenen “18. Bled Stratejik Forumu” (18th Bled Strategic Forum) açılışındaki açıklamaları ve AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in 13 Eylül 2023 tarihinde AP Genel Kurulu’nda yaptığı “Birliğin Durumu” (State of the Union) konuşmasındaki, genişleme sürecini yeniden canlandırma ve AB’nin de bu sürece daha hazırlıklı olması yönündeki mevcut girişimlerinin başarılı olup olmayacağını zaman gösterecektir.

Genişleme konusu başta olmak üzere pek çok alanda AB’nin geleceğine yönelik tartışmalar devam ederken, AB’nin pek çok alanda somut başarılar kazanmayı sürdürdüğünü ve tüm bunların Avrupa’nın geleceği adına iyimser bir tablo oluşturduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Öncelikle AB son yıllarda yeşil ve dijital dönüşüm alanlarında çok önemli adımlar atmıştır. 2050 yılına kadar kıtayı iklime zararsız hale getirme hedefini yasal olarak bağlayıcı hale getiren İklim Yasası’nı resmen onaylayan AB, yeşil dönüşüm konusunda küresel bir öncü olma rolünü sürdürmektedir. Buna ek olarak, Kovid-19 salgını, Avrupa bütünleşmesine olan güveni tazeleyen ve Avrupa kimliğini yeniden önceleyen bir ortam yaratmıştır. AB her ne kadar salgının ilk dönemlerinde bir dayanışma ve kabiliyet zafiyeti göstermiş olsa da, gerekli dayanışmayı kısa zaman içerisinde tesis etmiş ve hem salgınla mücadele hem salgın sonrası toparlanma için çok önemli adımlar atmayı başarmıştır. Temmuz 2020 Zirvesi’nde kabul edilen “Yeni Nesil AB” isimli kurtarma fonu, birçok açıdan AB tarihinde bir ilk olma özelliği taşımakta ve AB’nin uzun zamandır hedeflediği bazı dönüşümleri gerçekleştirmek için yeni bir fırsat olarak sunulmaktadır. Son olarak Rusya-Ukrayna savaşı, AB için tarihi bir dönüm noktası olmuş ve Birlik ruhunun yeniden canlanmasında önemli rol oynamıştır. Tüm bu gelişmeler, Avrupa’nın geleceğine ilişkin umutları yeşertmiştir. Ancak her hâlükârda, Avrupa’da barış ve refah dolu bir gelecek inşa etmek için kat edilecek uzun bir yol bulunmakta ve Türkiye gibi gönüllü ve kararlı aktörlerin bu yolda oynayacağı rol göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir önem taşımaktadır.

Avrupa’nın Geleceğinde Türkiye’nin Yeri

İçinde bulunulan kriz ve belirsizlik ortamında Türkiye’nin Avrupa’ya yapacağı katkılar çok boyutlu olmakla birlikte, ülkemizi Avrupa’nın geleceği için bu kadar önemli yapan esas faktör, Avrupa idealine olan derin bağlılığıdır. Küresel dengelerin hızla değiştiği, geleneksel ittifakların sarsıldığı, çıkar çatışmalarının arttığı ve çok taraflılık ve diyalog gibi temel değerlerin aşındığı böyle bir dönemde, AB’nin samimi, kararlı ve AB idealine gönülden bağlı adaylara üye olarak her zamankinden daha fazla ihtiyacı bulunmaktadır.

Avrupa’nın geleceğine dönük tartışmalara ve hedeflere bakıldığında, Birliğin en büyük önceliklerinden birinin küresel ve normatif güç pozisyonunu korumak ve güçlendirmek olduğu görülmektedir. Bu hedef doğrultusunda ilerlemek isteyen AB’nin mevcut ortaklıklarını derinleştirmesi ve yeni işbirliği ve diyalog mekanizmaları kurması gerektiği ortadadır. Başka bir deyişle, AB’nin daha güçlü olmak için öncelikle daha işbirlikçi ve kapsayıcı olması ve Türkiye gibi kilit aktörlerle ortaklıklarını üyelik hedefiyle zenginleştirmesi gerekmektedir. Zamanında bu amaç doğrultusunda şekillendirilen genişleme ve komşuluk politikaları, bugün bu amaca hizmet etmekten uzaklaşmıştır. Özellikle genişleme politikası önce bir süreliğine askıya alınmış, şimdi ise jeopolitik birtakım kaygılar sonucu yeniden devreye sokulmuş olsa da, gerektiği gibi şeffaf, objektif ve hakkaniyetli bir biçimde yapılandırılmamıştır. Türkiye diğer aday ve potansiyel aday ülkelerin AB üyeliğini desteklemekle birlikte, kendisinin dışarıda kaldığı bir genişleme politikasının AB’ye beklenen ölçüde yarar sağlamayacağı gibi bölgesel ve küresel sorunlara da çözüm olmayacağı kanaatindedir. Zira Türkiye’nin hem Avrupa’nın geleceğine hem üye olarak AB’ye yapacağı katkı, hiçbir aday ya da potansiyel aday ülkeninkiyle ve hatta birçok üye ülkeyle karşılaştırılamayacak ölçüde çeşitli ve derinliklidir.

Öncelikle, Türkiye’nin AB’ye dış politika ile güvenlik ve savunma alanında yapacağı katkı, küresel ve bölgesel sınamalar göz önüne alındığında her zamankinden daha önemlidir. Balkanlardan Kafkasya ve Orta Asya’ya, Karadeniz ve Akdeniz havzalarından Orta Doğu’ya uzanan coğrafyanın merkezinde yer alan Türkiye, siyasi, ekonomik ve sosyal bakımdan vazgeçilmez bir istikrar unsuru olmakla birlikte, tüm bu kritik bölgelerde etkin bir aktör ve güvenilir bir arabulucu rolündedir. Nitekim Rusya-Ukrayna savaşında ülkemiz Ukrayna ile stratejik ortaklığı ve Rusya’yla müspet diyaloğu çerçevesinde adil ve sürdürülebilir barışın tesisine yönelik dengeli ve aktif bir tutum izlemiş, bu politika somut sonuçlar üretmiş, Ukrayna tahılının Karadeniz limanlarından ihraç edilmesini sağlayan Karadeniz Tahıl Girişimi (Tahıl Koridoru), Azak Taburu komutanlarını da içeren savaş esirlerinin değişimi ve Rus ve Ukraynalı Ombudsmanların ülkemizde biraraya getirilmesi bu sayede mümkün olmuştur.

Ayrıca, NATO'nun etkin bir üyesi ve en güçlü ikinci ordusuna sahip olan Türkiye, son dönemdeki engellemelere rağmen hâlihazırda AB’nin Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası’ndaki başarılarına, Avrupa’nın güvenlik ve refahına katkıda bulunmaktadır. Bu rol, Rusya-Ukrayna savaşı ile birlikte AB içerisinde jeopolitik kavramının yeniden ortaya çıktığı bu günlerde her zamankinden daha fazla öne çıkmıştır. Avrupa güvenlik mimarisinin eksiklerini ve zafiyetlerini sergileyen bu savaş, bu alanda yenilikçi düzenlemelere ihtiyaç olduğu gerçeğini gözler önüne sermiş, AB-NATO işbirliğinin önemini göstererek, Türkiye'nin Avrupa’nın güvenliğinde oynadığı kilit rolü daha da görünür kılmıştır.

Değerler alanındaki sınamaların Avrupa’nın geleceğini tehdit eden en büyük olgulardan biri olduğu göz önüne alındığında, Türkiye’nin bu konuda da sunabileceği pek çok katkı bulunmaktadır. Ülkemiz, Avrupa’nın çok kültürlü yapısını zenginleştirerek, AB’nin özellikle İslam ve doğu dünyasındaki küresel rolünü güçlendirecektir. AB’nin Türkiye gibi bir aday ülkeye karşı takındığı tavır ve uyguladığı politikalar, değerler konusunda verdiği sınavların başında gelmektedir. AB’nin bu alandaki diğer sınavları arasında terör ve göç meseleleri gelmekte ve bu konular da Türkiye-AB ilişkilerini yakından ilgilendirmektedir. Zira terör ve göç, ancak işbirliği ile çözülebilecek geniş kapsamlı ve uzun vadeli meselelerdir. Türkiye teröre ve organize suçlara karşı ortaya koyduğu kapsamlı mücadelesi ve kararlılığı ile terör örgütlerine karşı yürütülen mücadelede güvenilir bir ortaktır ve AB’nin güvenliğine önemli katkı sağlamaktadır. Bunun yanısıra Türkiye AB’nin düzensiz göçle mücadelede en önemli ortağı konumundadır. İklim değişikliğinin yanı sıra bölgemizde yaşanan bazı olumsuz gelişmeler, düzensiz göç meselesinin AB'nin gündemini işgal etmeyi sürdüreceğini göstermektedir. Bu nedenle, AB'nin sınır korumanın ötesine geçecek kapsamlı bir göç stratejisi geliştirmesi gerekmekte, bunun için de Türkiye’nin ortaklığına ihtiyaç duymaktadır. Son olarak Türkiye, Avrupa’nın ekonomik gücünü artırması ve sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşması için kilit bir konuma sahiptir. Kovid-19 salgınının patlak vermesiyle başlangıçta pandeminin merkez üssü konumunda olan Çin ile ulaşım ve tedarik kanallarının kesintiye uğraması, Avrupa başta olmak üzere Batı ekonomilerinde kritik bir zaafa yol açmış ve alternatif kaynak ve tedarik merkezleri bulunmasına/oluşturulmasına yönelik arayışları gündeme getirmiştir. Rusya-Ukrayna savaşı ise, Avrupa'nın pandemi sonrası ekonomik toparlanma çabalarında önemli bir gerilemeye yol açmış, özellikle de enerji ve gıda arz güvenliğine ilişkin endişeleri artırmıştır. Dolayısıyla, Avrupa’nın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri olan Türkiye ile AB arasındaki ekonomik işbirliği her zamankinden daha fazla önem taşımaktadır. Coğrafi konumu, Avrupa’nın geri kalanına olan yakınlığı, fiziksel ve teknolojik altyapısı ve vasıflı iş gücü ile Türkiye, küresel tedarik zincirleri bakımından stratejik bir ülkedir. Türkiye ayrıca, Avrupa’nın ve dünyanın enerji arzı güvenliğinde ve kaynak çeşitlendirmesinde hayati bir rol oynamaktadır. Dolayısıyla ülkemizin AB üyeliği, AB’nin küresel ekonomi içindeki rekabet edebilirliğini arttıracak ve Yeşil Mutabakat hedeflerine ulaşılmasına ciddi katkı sunacaktır.

Özetle, gerek küresel ve bölgesel gelişmeler, gerekse Avrupa’nın mevcut iç dinamikleri, Avrupa’nın geleceğine ilişkin belirsizlik ve arayışları beraberinde getirmektedir. Türkiye-AB ilişkileri de bu tarihi gelişmelerin merkezinde olup, böyle bir dönemde zorluklarla beraber mücadele etmek için uygun bir zemin oluşmaktadır. Karşılıklı irade gösterildiği takdirde, diyaloğun ve işbirliğinin derinleştirilmesi, reform ve uyum çalışmalarının hızlandırılması ve Türkiye’nin AB üyeliği yolundaki engellerin kaldırılması hem mümkün, hem de elzemdir. Zira Türkiye, güvenlik ve savunmadan enerjiye, terör ve göçten ekonomiye pek çok başlıkta Avrupa’nın içinde bulunduğu krizden çıkması ve küresel bir normatif güç olma yolunda ilerlemesi için göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir role sahiptir. AB üyeliğinin Türkiye’ye yapacağı katkılar da göz önüne alındığında bunun bir kazan-kazan ilişkisi olduğu şüphe götürmez bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. O halde, ortak bir gelecek için el ele vermek, önyargıları ve anlaşmazlıkları bir kenara bırakarak samimi ve öngörülebilir bir ilişki tesis etmek, bu belirsizlikler çağında daha iyi bir gelecek inşa etmek için gereken en önemli adımlardır.

Sonuç

Cumhuriyet tarihimizde AB üyeliği yalnızca dış politika konusu olmakla kalmamış, ülkemizin her alanda dönüşümünü kapsayan partiler üstü milli bir hedefi temsil etmiştir. 1959’dan bu yana göreve gelen tüm hükümetler tarafından bir devlet politikası olarak benimsenen AB üyeliği hedefi, Türkiye’nin demokratik standartlarının geliştirilmesinin, tüm kurumları ve kuralları ile işleyen bir hukuk devleti anlayışının yerleştirilmesinin ve sosyo-ekonomik dönüşümünün ardındaki temel itici güç olma niteliğini, geçmişte olduğu gibi bugün de sürdürmektedir.

AB ile ilişkilerde zaman zaman yaşanan iniş çıkışlara ve bazı üye ülkelerce dar görüşlü ulusal çıkarlar uğruna yaratılan siyasi engellere karşın, Cumhuriyetimizin 100. yılında da AB’ye üyelik Türkiye’nin stratejik vizyonunun ayrılmaz bir parçası olmaya devam etmektedir. Zira, Türkiye için demokratik, laik Cumhuriyetin değerleriyle AB üyelik değerleri örtüşmektedir. Tarih boyunca Avrupa’nın siyasi, ekonomik ve kültürel gelişiminde rol oynamış, pek çok alanda Avrupa ile bütünleşmesini kurumsallaştırmış olan Türkiye, Avrupa kıtasındaki diğer ülkelerle birlikte ortak bir kaderi paylaşmakta ve AB’nin üzerine kurulduğu evrensel değerleri savunmaktadır. Türkiye’nin AB üyeliği yolundaki kararlılığı ve katılım müzakerelerinde yaşanan haksızlıklara rağmen bu süreci sürdürmesi de bu değerler sistemine olan bağlılığından, çıkarlarını ve egemenliğini en üst düzeyde koruma anlayışından kaynaklanmaktadır. Ancak AB’nin de artık Türkiye’nin çabalarına samimiyetle karşılık vermesi elzemdir. AB’nin ahde vefa ilkesi doğrultusunda hareket ederek katılım sürecinin önündeki engelleri kaldırması ve ülkemizin üyelik perspektifini güçlendirmesi gerekmektedir. AB’nin Türkiye'yle ilişkilerini karşılıklı saygı ve güven üzerine inşa edilen, sağduyulu ve stratejik bir bakış açısıyla yürütme yeteneğini sergilemesi, ilişkilerimizin geleceği açısından belirleyici olacaktır.

Cumhuriyetimizin 100. yılını kutladığımız 2023 yılında, Türkiye-AB ilişkilerinin konjonktürel iniş çıkışların çok ötesinde bir derinliğe sahip olduğu göz ardı edilmemelidir. Türkiye-AB ilişkileri, tarihsel derinlik, güncel ortaklık ve gelecek kazanımları içermektedir. İlişkilerimizdeki kısa vadeli, dönemsel sorunlar Türkiye’nin asırlardan beri her anlamda Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. AB üyeliği, bu aidiyette ancak ileri bir merhaleyi oluşturmaktadır. Coğrafya, siyasi çerçeve, ekonomik ilişkiler, ortak güvenlik ve savunma dinamikleri itibarıyla Türkiye, geçmişte olduğu gibi gelecekte de AB ile güçlü bağlara sahip olmaya ve bu bağı üyeliğe dönüştürme çabalarına devam edecektir. Bugün karşılıklı olarak ihtiyaç duyduğumuz unsur, bu ortaklığın azami potansiyelini ortaya çıkarmaktır.

Ülkemiz Türkiye Yüzyılı rotası kapsamında AB üyeliği hedefi yolundaki gayretlerini Cumhuriyetin 100. yılında da sürdürmekte, milli dış politika vizyonumuzun önemli bir veçhesi olan bu büyük hedefe ulaşılması yönündeki çalışmalara, öncelikle ülkemizin ve vatandaşlarımızın çıkarları doğrultusunda kararlılıkla devam etmektedir.

Notlar:

1- Birleşik Avrupa Devletleri kurulmasının fikir babası Victor Hugo, 1849 yılında Paris Barış Kurultayı’nda yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “... Bir gün gelecek, siz, Fransa, İtalya, Almanya, İngiltere....ve kıtanın bütün ulusları, kendi niteliklerinizden vazgeçmeden, üst bir toplulukta bir araya gelecek ve büyük Avrupa kardeşliğini kuracaksınız... Bir gün gelecek, savaş alanları yok olacak, pazarlar ticarete; zihinler fikirlere açılacak... Birleşik Avrupa devletleri, denizlerin üstünden birbirlerinin ellerini tutarak, ürünlerini, sanayilerini, sanatlarını, yeteneklerini değiş tokuş edecek...”

2- AB Genel Sekreterliği 30 Ağustos 2007 tarihinde Dışişleri Bakanlığına, 10 Ocak 2009 tarihinde ise tekrar Başbakanlığa bağlanmıştır. 8 Haziran 2011 tarihinde AB Bakanlığı olarak yeniden yapılandırılan kurum, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçişin ardından 15 Temmuz 2018 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 4 Numaralı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Dışişleri Bakanlığına bağlı, ayrı bir tüzel kişiliğe sahip AB Başkanlığı olarak yapılandırılmıştır.

3- 25. Fasıl: Bilim ve Araştırma, 20. Fasıl: İşletme ve Sanayi Politikası, 18. Fasıl: İstatistik, 32. Fasıl: Mali Kontrol, 21. Fasıl: Trans-Avrupa Ağları, 28. Fasıl: Tüketicinin ve Sağlığın Korunması, 6. Fasıl: Şirketler Hukuku, 7. Fasıl: Fikri Mülkiyet Hukuku, 4. Fasıl: Sermayenin Serbest Dolaşımı, 10. Fasıl: Bilgi Toplumu ve Medya, 16. Fasıl: Vergilendirme, 27. Fasıl: Çevre, 12. Fasıl: Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı, 22. Fasıl: Bölgesel Politika ve Yapısal Araçların Koordinasyonu, 17. Fasıl: Ekonomik ve Parasal Politika, 33. Fasıl: Mali ve Bütçesel Hükümler

4- Gümrük Birliği öncesinde 1995 yılında ülkemizin toplam dış ticaret hacmi 58 milyar Dolar (48,3 milyar Avro) iken, 2021 yılına gelindiğinde bu miktar yaklaşık sekiz buçuk katına çıkarak 496,7 milyar Dolar (420,9 milyar Avro) olmuştur. 2021 yılı itibarıyla en büyük ticaret ortağımız olan AB’nin toplam dış ticaretimizdeki payı yaklaşık %36 olarak gerçekleşmiştir. AB ile Gümrük Birliği’nin başladığı 1996 yılından 2021 yılı sonuna kadar olan dönemde, AB ile toplam ihracatımız yaklaşık 1,1 trilyon Dolar (945 milyar Avro), toplam ithalatımız 1,4 trilyon Dolar (1,1 trilyon Avro) olurken, toplam ticaret hacmimiz ise 2,5 trilyon Dolar (2,1 trilyon Avro) olarak gerçekleşmiştir. AB ile katılım müzakerelerinin başladığı 2005 yılında ülkemize gelen doğrudan yabancı yatırımlar önceki yıla göre 3,5 kat artarak 10 milyar Dolara, 2006 yılında ise 20,2 milyar Dolara yükselmiştir. Türkiye’nin doğrudan yabancı yatırım stokunun yaklaşık %52’si AB kaynaklı olup, 2021 yılında ülkemize en fazla yatırım girişi olan ilk üç AB-27 ülkesi sırasıyla Hollanda, Almanya ve Lüksemburg’dur.